Pazar günkü gazetelerde son bir haftadır yinelenen sarsıcı olaylar, askeri karargâh aranması ve Kürt siyasetçilerin tutuklanması üzerine eminim yüzlerce yorum okuduk hepimiz. Yine neredeyse tamamı, olanlara herhangi bir kutbun içinden bakan, olan biteni tümüyle yalan ya da tümüyle gerçek kabul ederek, bizleri de ikna etmeye çalışan yazılardı bunlar. Bir tanesi diğerlerinden farklıydı, Yıldıray Oğur’un yazısından özetleyeyim:
“Tarih 5 Aralık 1958. Haftalık haber dergisi Kim, kapaktan ‘müjdeli’ haberi okuyucularıyla paylaşıyordu: 9 Subay Davası: Sönen Balon. Peki, neydi balon olduğu kapaktan duyurulan Dokuz Subay Davası. Yıl 1957’dir. Kurmay Binbaşı Samet Kuşçu, Demokrat Parti’nin ileri gelenlerine ordudaki cuntayı ihbar etmiştir. Biri CHP yöneticisi emekli bir kurmay albay, çoğunluğu albay ve yarbay sekiz asker tutuklanır ve Askerî Mahkeme’de yargılanmaya başlanır.
Kasım 1958’de Harbiye’deki Askerî Mahkeme’de karar açıklanır. Samet Kuşçu iki yıl hapse çarptırılmış, diğer subaylar serbest bırakılmıştır.
Darbe iddialarının ‘balon çıkmasından’ 1,5 yıl sonra darbenin kendisi gerçekleşti.
Tarih bu kez 29 Mayıs 1977’dir.Seçim gezileri için İzmir’e gelen CHP Lideri Bülent Ecevit’e Çiğli Havaalanı’nda parti otobüsüne binerken uzaktan ateş edilir. Yanında bulunan Mehmet İsvan bacağından yaralanır. Füze cinsi bir silahtan atılan gazlı kurşun özel yapımdır. Polis “mermi değil patlangaç” diyerek olayın üstünü örtmeye çalışır. CHP’li iki genç “suçlu” oldukları iddiasıyla gözaltına alınır. İzmir Valisi’nin olayı bir süre Ankara’ya bildirmediği öğrenilir. Menemen Savcısı olaya kendi inisiyatifiyle el koyar. Ama bir sonuç çıkmaz.
Ortada atılmış bir kurşun ve Ecevit’in yanı başında yaralanmış bir kişi varken olayın Ecevit’e dönük bir suikast olduğuna inanmayanlardan biri de Milliyet Başyazarı Abdi İpekçi’dir. 2 Haziran 1977 günü “Şüpheler, şüpheler” başlıklı yazısında şöyle demektedir: “Böyle bir görev yüklenmiş (polisi kastediyor –YO) kişinin Ecevit’in ya da herhangi bir parti liderinin hayatına kastedeceği, öldürmeye kalkışacağı düşünülemez. Bu bakımdan Çiğli Havalimanı’nda Mehmet İsvan’ın yaralanmasıyla sonuçlanan olayın aslında Ecevit’e yönelik bir suikast ile ilgili olduğuna inanmak zordur. Gaz tüfeği herhalde bir kaza ya da ihmal sonucu patlamıştır.”
Bu yazının üstünden 20 ay geçtikten sonra Abdi İpekçi hâlâ asıl faili tartışılan bir suikasta kurban gider.”
Bu ve diğer olanların tümünü komplo olarak bakan anlı şanlı yazarları ve anlamlı manşetleri, haberleri okuyunca 35 yıl önce Ankara’da izlediğim bir filmi hatırladım. (Tabi bu vesileyle Tunalı Hilmi caddesinin ve Ankara’nın 35 yıl önceki halini, şimdi olmayan Talip sinemasını da, 12 Eylül darbesi öncesi umutlarımızı, heyecanlarımızı da, o günlerde idolümüz olan sol ve devrimci dünyanın isimlerinin bugünkü olaylar karşısındaki tutumlarını da)
Sözünü ettiğim film, Gece Bekçisi (The Night Porter) 1974 İtalyan yapımı, Liliana Cavani 'nin yönettiği, başrollerinde Dirk Bogarde ve Charlotte Rampling’in oynadığı. Film, Nazi toplama kampındaki bir Yahudi kızın SS subayıyla olan ve ilk başlarda sadist ilişkiyi daha sonra cinsellik ve ardından da duygusal bir şekle dönüşen yakınlaşmalarına odaklanıyor. Filmde Nazi toplama kampındaki eski işkencecisi ile savaştan 13 yıl sonra bir otelde karşılaşan kadınla işkencecisi arasında tekrar alevlenen sado-mazoşistik ilişkinin öyküsü anlatılmaktadır. Bu ilişki oldukça sıra dışı bir ilişkidir. Yahudi genç kız Nazi subayının seks kölesi olmuştur. Yıllar sonraki karşılaşmaları eski duygularını alevlendirir ve eski sado-mazoşist ilişkilerini kaldığı yerden devam ettirmeye başlarlar.
Yönetmen Liliana Cavani, bazı röportajlarında faşizmin asıl tehlikesinin basitçe korkunç olmasından değil tam tersine cazip olmasından kaynaklandığını göstermeyi amaçladığını savunur.
Film yalnızca çarpık bir aşkı değil, işkencecisine aşık olmaya kadar giden ruh halini de anlatıyor. Kendini başkasının üzerinden tanımlamaya başlamanın, bir şeylere sığınma ve başkalarından medet uman ruh halinin kendisi bile fark etmeden sadist ve mazoşist olmasının hikâyesidir film.
Biliyorsunuz bu konuda bir başka teori de Stokholm Sendromu olarak adlandırılan bir hastalık. www.itusozluk.com’daki, Stokholm Sendromu tanımı şöyle, “rehin alınan, eziyet edilen, baskı altında tutulan kişinin bir süre sonra bunu yapan kişiye karşı duyduğu sempati, aşk hatta bağlılık durumu. Sebebi şöyle açıklanabilir: baskı altında kalan kişi bir süre sonra üstündeki baskıya sebep olan kişiye öyle bir alışır ki onsuz kendini eksik hisseder, ona bağımlı hale gelir. O’nun yaptıklarını kendi kafasında meşrulaştırmaya ve onu dünyaya açılan tek kapısı olarak görmeye başlar.”
Ne dersiniz, bazılarımızın sorunu böyle bir şey olmasın?