Bu seçimler yalnızca Türkiye için değil dünyanın yaşadığı ekonomik, siyasal ve kültürel yeniden bölüşüm kavgasını etkileyecek öneme sahip. Aynı zamanda bu seçim Türkiye'nin Avrupa'nın taşrası mı yoksa etkin bir üyesi mi olacağını da belirleyecek.
Fakat ülkenin sokaklarında hala kritik kavşağın seçimini yapacağımız havası yok sanki. İktidar sahip olduğu devasa medya gücü, tüm kamusal kaynak ve kapasiteyle seçimlere hazırlanıyor. Medyascope'ta Kemal Can'ın tanımıyla Erdoğan'ın şapkadan çıkaracağı tavşan yok belki ama doğrudan siyasete müdahale araç ve politikaları var. Eğer doğru ise Anayasa Mahkemesi üyelerini arayarak HDP kararına müdahale dedikodularını medyadan öğrendik. Bakanları milletvekili aday listelerine koydu ve kamuoyu kimin nereden aday olduğu, kimlerin olmadığı ile meşgul oldu. Asıl mesele ise istifa etmeden aday olmuş kamu görevlisi bakanlar aracılığıyla her bir bakanlığın bütçesi, kaynakları, kapasitesi ve otoritesi seçim sürecinde o illere tahsis edilmiş oldu. Cumhurbaşkanı sıfatıyla her akşam iftar sonrası tüm kanal ekranlarından evlerimize konuk oluyor ve olacak. Diyanet kadroları camilerde ne anlatıyor, bilmiyoruz. HDP'nin kapatma davası muhtemelen 18 Nisan'da aday listeleri kesinleştikten sonra karara bağlanacak ve eğer kapatma kararı çıkarsa Yeşil Sol Gelecek Partisi siyasi yasaklı hale gelen adayların yerlerine yeni isim koyma hakkına sahip olamayacak. Muhalif etiket tasarlayan genci, Cumartesi Anneleri'ni savcılığa götürüp ifade almak gibi hareketlerin seçim sürecinde muhalif söylemin, haberin, bilginin denetim çabaları olarak farklı mecralarda sürmesi beklenebilir.
Tüm bunlar iktidarın siyasi alanı daraltarak seçimlere gitme stratejisinin adımları. İktidarın muhalif aktörlere dair politikaları bilinmeyen, beklenmeyen de değildi. Beklenen iktidarın seçmenle ilişkisinin, seçmene dair neler yapacağı, bir bakıma manifestosu ve vaatleriydi. Bu hafta onları da öğrenmiş olduk. Henüz kampanyanın temaşa kısmı yok ve o konuda daha düşük profilli bir kampanya yürütmenin yeterli olacağı düşünülüyor belli ki.
Erdoğan seçim vaatlerini açıkladı. Seçim vaatlerinde muhalefetin de şikayetçi olduğu bazı problemlerin çözümüne ilişkin öneriler dikkat çekiyor: Kamu işe alımlarında sözlü mülakat kalkacak. Atamalar yazılı sınav sonuçlarına göre yapılacak. Çalışanlara enflasyon üzerinde zam verilecek. "Gelir tamamlayıcı aile destek sistemi" projesiyle hiçbir hanenin geliri, belirli bir seviyenin altına düşmeyecek. Emeklilik yaşı özellikle kadınlarda çocuk sayısına göre esnetilecek. Yeni evlenecek gençlere iki yıl geri ödemesiz 48 ay vadeli ve "sıfır faizli" 150 bin TL kredi verilecek. Depremzedelere konut inşaatları bir yılda tamamlanacak. Gördüğünüz gibi vaatler günlük ekonomik vaatler. Belki bir başka açıklamayla iktidarın da çok sevdiği tanımla çılgın projeler açıklanır mı göreceğiz.
İktidarın kamu gücüyle siyasete müdahale, muhalefeti düşmanlaştırma diliyle sürekli kendini savunma zorunda bırakma ve sakin, düşük profilli bir kampanya ile seçmenle ilişkisinde harareti düşük tutma stratejisine karşın muhalefetin stratejisi henüz tam belirginleşmiş değil.
Muhalefet hala toplumsal muhalefetin ve sivil toplumun enerjisini harekete geçirme arzusu göstermeden, hatta gidişata dair tepkilerin kitleselleşmesini bilerek engelleyerek gayet uslu bir kampanya başlatmış görünüyor.
Kılıçdaroğlu henüz bir seçim manifestosu açıklamış değil ama Çanakkale mitingindeki konuşmasında öne çıkan vaatleri şöyle: Aile destekleri sigortası gelecek, her evin asgari gelir güvencesi olacak. Okullarda çocuklara sabah kahvaltısı, öğle yemeği verilecek. İşçinin-emekçinin vergi ve sigorta yükü azalacak. Asgari ücret artacak. cumhuriyetin 100'üncü yılında 100 bin öğretmen ataması yapılacak. Kırsalda çalışan her kadının ve her gencin sigorta primi devlet tarafından ödenecek. Emeklilere bayram ikramiyesi asgari ücret kadar olacak. Seçim kazanıldığı takdirde Kurban Bayramı'nda Şeker Bayramı'ndaki farkla beraber hesaplara 15 bin TL yatacak. Cumhurbaşkanlığı bünyesindeki 16 uçak satılacak yerine yangın uçakları alınacak. Mülakat kalkacak, torpil bitecek. ‘Beşli çete' olarak tarif edilenlerden 418 milyar dolar yurt dışına da götürülmüş olsa bulunup getirilecek. Gençlerin maaşlarıyla araba ya da ev hayali kurabileceği ekonomik düzen kurulacak.
Kılıçdaroğlu anlaşılan Millet İttifakı'nın kamuoyuna açıklanan mutabakat metnini ve güçlendirilmiş parlamenter sistem vaadini şimdilik yeterli görüyor.
İktidarın kas ve zihin gücündeki yorgunluğu, eksilmeyi biliyoruz. Bu nedenle düşük yoğunluklu bir kampanya yapmaları, kampanya yerine doğrudan siyasi alana müdahalelerle süreci götürmek istemeleri anlaşılabilir. Ama muhalefetin düşük yoğunluklu kampanya sürdürmesi doğru ve yeterli olacak mı, emin değilim.
Karne verecek olan seçmen
Kılıçdaroğlu ve muhalefet iktidarla yarışmayı ve rekabeti yalnızca ekonomik vaatler ve projelerle kazanabilir mi? Ya da güçlendirilmiş parlamenter sistem vaadi gereken, hatta zorunlu hale gelmiş olan siyasi reformları kapsıyor mu? Bence kendilerine sormaları gereken soru bu.
İki kampanyanın da şimdiye kadarki seyrine bakınca çok temel bir zihni sorun var. Seçmen ya da yurttaş adeta çekirdek çitleyerek sahadaki maçı izleyen seyirci konumuna düşürülüyor. Sanki seçmenler sahadaki siyasi aktörlerin münakaşa ve münazaralarını izleyerek karar verecekler. Seçmen pasif konumda görülüyor. Sanki seçmenlerin gerçekleri görüp görmediklerini, münakaşa ve münazaranın taraflarını doğru değerlendirip değerlendiremediklerini liderler, partiler değerlendirecek. Yani günün sonunda, 14 Mayıs'ta karne verecek olan liderler ve partiler, karne alacak olan da seçmenler. Bilmiyorum farkındalar mı ama karne verecek olan seçmenler.
Daha öncesinde ise muhalefetin şuna karar vermesi lazım. Seçmenin yaşadığı sıkıntılara alt yazı koyarmış gibi o sıkıntıları dönüp seçmene anlatmak yeterli mi? Seçmen gidişattan şikayetçi olsa bile özellikle şimdiye dek bir kez de olsa iktidara oy vermiş olan yarıdan fazla seçmeninin şimdi partisinden vazgeçişi mümkün mü? Şikayetin vazgeçişe dönüşmesi için muhalefetin umut, iddia ortaya koyması, değişimin kaos ve karmaşa yaratmadan mümkün olabileceğine yönelik güven inşa etmesi gerekmiyor mu? Değişim yalnızca ekonomik vaatler mi ya da değişimin tetikleyicisi yalnızca ekonomik sıkıntılar mı?
Anketlerde büyük bir kopuş yok
Kimlikler, kutuplaşmalar, negatif kimliklenme ve karşı tarafa olan duygusal ambargolar konusunda sıkça yazıyorum bu köşede. Seçmeni bunların dışında bir dürtü ile düşündürtecek yeni bir siyaset tarzı, dili, kampanyası ve vaadi oluşturmadan siyasi tercihler eninde sonunda yine kutuplaşmalara ve kimliklere sıkışıyor. Nitekim bunca yaşanan yoksulluk, adaletsizlik, keyfilik, krizler yumağına ve pandemi, deprem gibi felaketlere karşın kamuoyuna açıklanan anketlerde çok büyük kopuşlar henüz gözlenmiyor.
Kaldı ki Türkiye'nin bugünkü meselesi yalnızca ekonomik reformlardan ibaret de değil. Aksine ekonomik reformlar ile siyasi ve toplumsal reformları bir arada, bütünleşik ve senkronize biçimde yapmadan artık yürüyemeyeceğimiz bir noktaya geldik. Seçmen çaresiz, umutsuz, öfkeli ve kızgın. Özellikle de gençler. O nedenle Muharrem İnce vakası yalnızca İnce'nin üzerinden, çekilsin çekilmesin parantezinden değerlendirilmemeli.
Gerçek Gündem'in genç gazetecisi Murat Bayer ile geçen haftaki ikinci tur olasılığı ve İnce'ye dair yazım hakkında sohbet ederken bir şey söyledi: "Diyorsunuz ki seçim muhasebe işlemi değil". Evet, seçim muhasebe meselesi değil, ikinci tura kalırsa önceki turun oy toplamları ya da önceki seçimlerin oy toplamlarına dayalı hesap gerçekte aynı sonucu vermeyebilir.
Halbuki şimdi tam da muhalefetin çılgın projesinin zamanıdır. O çılgın proje de gerçek bir demokrasi vaadidir. Güçler ayrılığının, denge denetleme mekanizmalarının, yargının, laikliğin, şeffaflığın, hesap verebilirliğin, katılımcılığın esas olduğu kurum ve kurallarıyla devlet ve yönetim mekanizmalarının yeniden inşasıdır.
Onurlu yaşam hakkının, eşitlik ve adaletin her bir yurttaşa, inanca, kimliğe, farklılığa taahhüt edilmesidir bugün ihtiyaç olan çılgın proje. Ancak bu vaat muhalefetin iktidardan gerçekten farklılığını ortaya çıkaracak, coşku ve heyecan üretecektir.
Bu topraklarda demokrasinin ya da demokrat olmanın kilit taşlarından birisi de toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadına gündelik hayatta biçilen rol meselesidir. Kadının gündelik hayattaki yeri ve rolüne bakış da medeniyet tercihini belirleyecektir.
Muhalefetin elindeki en önemli koz, iktidarın seçim ittifakı oluşturma sürecinde Hüda par ve Yeniden Refah Partisi ile yürüttüğü müzakerelerde kadın meselesine nasıl baktığının kuşkuya yer bırakmayacak biçimde görülmüş olmasıdır. İstanbul Sözleşmesi'nin hukukiliği tartışmalı bir cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle feshi ile Aileyi Koruma ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair 6284 sayılı Kanun'un da açık pazarlık konusu olması şu anda iktidarın gelecek hayalinin ne olduğuna dair en önemli ipucunu veriyor.
Eşitlik İçin Kadın Platformu'nun (EŞİK) basın açıklamasında tespitiyle: "Böylelikle, ülkenin içine sürüklendiği rejim değişikliği hevesinin ilk hedefinin, kadın haklarını ve toplumsal cinsiyet eşitliğini yok etmek olduğu bir kez daha ortaya döküldü. Kadınları erkeklerin hizmetkarı olarak gören eşitlik ve laiklik karşıtı bu ideolojinin toplumları nereye sürükleyebileceğini, Orta Doğu'da IŞİD, Afrika'da Boko Haram, Afganistan'da Taliban, İran'da molla rejimi bütün dünyaya, en çok da Türkiye'ye göstermişti aslında. Seçime, kadınların kazanılmış haklarını, kaynağını laiklikten alan Medeni Yasa'yı ve bir bütün olarak kadın erkek eşitliğini tamamen devre dışı bırakma niyetini beyan eden bir ittifak ile gidiliyor. Bu ittifak, bugün artık dünden de ağır biçimde, erkeklere hizmet ve itaat dayatmasına itiraz eden kadınlara ve varlıkları bile tehdit olarak kodlanan LGBTİ+'lara yönelik ciddi bir can güvenliği sorunu haline gelmiştir. Zaten göstermelik biçimde uygulanan 6284 sayılı yasanın yeniden ve en üst düzeyde tartışmaya açılması, seçimlerin yapılmasına, yasanın değiştirilmesine bile gerek kalmadan bugünden yasayı daha da etkisizleştirmiştir."
Seçmene verilmiş siyasi taviz mi?
Yine kadın meselesi ve dindarların oy tercihine dair Serbestiyet'teki söyleşisinde Hidayet Şefkatli Tuksal şunun altını çiziyordu: "Tüm hatalarına rağmen AK Parti, bu ülkede muhafazakâr, dindar insanların kamusal hayatta ve yönetim kademelerinde yer almasını sağladı. Dindarların ‘normal' kabul edildiği yeni bir normal düzenine geçtik. Bu gelişmeler dindar/muhafazakâr kadınları da büyük ölçüde rahatlattı. Ayrıca kadınlara yönelik sorunlar konusunda da önemli adımlar atıldı. Ancak siyasi hesaplarla İstanbul Sözleşmesi'nin feshi ile Aileyi Koruma ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair 6284 sayılı Kanun'dan da taviz verilebileceğine dair işaretler, dindar kadınları endişelendiren hususlar arasında. Bu endişeler bazı kadınlar tarafından ‘tamamen bir kısım seçmene verilmiş siyasi taviz' olarak görülüp pek de umursanmıyor ancak iş pratiğe döküldüğünde bu geriye gidişi hazmetmek hiç de kolay olmayacak. Yine de dindar kadınları AK Parti'ye bağlamaya devam eden önemli bir konu var: Dindar kimliklerinin ve yaşam tarzlarının gönüllü kabulü… Bu husus ve son on yıldır yaşadığı kamusal normalleşme, dindar kadınların önemli bir kesimi için -bütün hatalarına rağmen- AK Parti'yi hâlâ doğru ve güvenilir alternatif kılmaya devam ediyor."
Bu iki açıklama bile bir yandan seçmenlerin kaygılarını gösteriyor, diğer yandan da siyasetçilerin yapmaları gerekenleri.
Çılgın proje hepimizin tektipleşmeden, tüm farklılıklarımızla mecburi değil gönüllü vatandaşı olacağımız bir düzenin ve yaşam biçiminin taahhüt edilmesi olacak. Çılgın proje her yurttaşın kendine dair kararlara dahil ve müdahil olabildiği katılımcı demokrasi vaadidir. Çılgın proje yalnızca aile geliri, sigortası değil onurlu yaşamın, fırsat eşitliğinin, kendin gibi olabilmenin, kendini gerçekleştirebileceğin koşulların garanti edilmesidir. Ancak o zaman hangi kimlikten, hangi hayat tarzından olurlarsa olsunlar önce gençler ve kadınlar peşinize düşecektir.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.