Dünya düzeni çöktü. Kuzey Amerika ve Avrupa hariç her yerde gerilim, çatışma, savaş var. Yerkürenin ritim değişikliğinin ürettiği ve muhtemelen gelecek on yılda daha da ağırlaşacak olan yeni virüs salgınları, iklim değişikliği, kuraklık, gıda ve temiz içme suyu kıtlığı, enerji krizlerinin neler getireceğini de bilmiyoruz.
Belirsizliği artıran unsurlardan birisi de popülist, şoven ve otoriter liderlerin iktidarlar döneminde oluşumuz. Halbuki doksanlı yıllarda teknolojik sıçrama ile yaşanan küreselleşme, Soğuk Savaş'ın bitişi, Avrupa Birliği’nin yükselişi başka şeyler vaat ediyordu. Bilgi demokratikleşecek, sermaye demokratikleşecek, ulus devletlerin yerine yerel demokrasi ve küresel iş birlikleri çoğalacak diye umuluyordu. Ama işler öyle gelişmedi.
11 Eylül saldırıları terörün küreselleştiğine işaret ederken, ABD’nin başını çektiği Batı’nın güvenlik tanımını, Müslüman coğrafyaya bakışını değiştirdi. Soğuk savaş koşullarında, varsayılan Sovyet tehdidine karşı oluşturulan NATO, soğuk savaşın bitişiyle misyonu bitip dağılması gerekirken aksine güçlendirildi. NATO ABD’nin tek kutuplu olacağı varsayılan dünyayı yönetme hayalinin aracı oldu. Varlığını anlamlı kılabilmek için de yeni düşmanlar, yeni tehdit algıları yaratıldı. Bu bahaneyle NATO hem eski Sovyet ülkelerini içine alarak hem de yeni güvenlik anlayışıyla daha da güçlenerek ve genişleyerek kendisi de bizzat bugünkü gerilimlerin mimarı haline geldi.
2008 küresel ekonomik krizi tümüyle özgür bırakılan sermayeye dayalı ekonomik sistemin ve ekonomik küreselleşmenin tüm foyalarını ortaya çıkardı. Aynı zaman aralığında Çin’in endüstriyel üretimdeki ağırlığı artmaya başladı. Batı Çin’i nüfus ve coğrafya büyüklüğüne bakarak yeni pazar olarak görürken, Çin endüstriyel üretimini teknolojiyle güçlendirerek dünya ekonomisinin en güçlü oyuncusu olmaya doğru yürüdü. Çin’in İpek Yolu projesinin haritasına bakmak bile Çin’in hayallerinin sınırlarının ne denli geniş ve saldırgan olduğunu gösteriyordu aslında.
Avrupa ABD’nin güçsüz yandaşı
Aynı zaman aralığında Avrupa Birliği’nin hem siyasi hem ekonomik krizi derinleşti. AB kendi siyasi ve ekonomik krizini bile çözemezken ABD ve NATO’nun çizdiği tehdit algısının dışına çıkamadı, çıkmayı da hayal edemedi. ABD ve NATO’nun çizdiği sınırlar ve tanımladığı düşmanlara karşı ABD’nin güçsüz ve mecburi yandaşı olmayı seçti. Bir bakıma mecburdu da çünkü Avrupa’ya gömülmüş ABD ve NATO’nun hedefleri için tutulan ve Avrupa’nın güvenliği için gerekli olduğu söylenen 140 atom bombasına ev sahipliği yapıyordu. Aynı AB, Türkiye’yi üyelik için siyasi gerekçelerle oyalarken giderek bir kültürel kimliğin tekeline sıkıştığını da topraklarında kendi güvenliği için tutulduğunu sandığı atom bombalarının dünyanın geleceği için risk oluşturuyor olduğunu da anlamadı.
Şimdi dünya bir süredir siyasi, ekonomik ve kültürel yeniden bölüşüm kavgası yaşıyor. Batı ile Rusya arasında siyasi, Batı ile Çin arasında ekonomik, Batı ile Müslüman coğrafya arasında kültürel gerilim şiddete, çatışmalara ve bölgesel savaşlara dönüşmüş durumda. İklim değişikliği, kuraklık, çevre kirliliği, doğal kaynakların azalıyor oluşu, enerji kaynaklarında tıkanıklık gibi yerkürenin ritim değişikliğinin ürettiği sorunlar nedeniyle sanayi toplumunun üretim ve tüketim modelinin sonu göründü. Ve son iki yılda pandemi yaşandı. Küresel sorunlara karşı oluşturulduğu varsayılan küresel kurum ve kuralların ne denli zayıf, yetersiz oldukları ortaya çıktı. Yeni bölüşüm kavgası Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle Avrupa’nın içine uzandı. Kalıcılaşan küresel ölçekteki yoksulluğun ve bölgesel savaşların ürettiği büyük insan göçü ABD’nin ve Avrupa’nın kapısına dayandı.
Küreselleşmenin olumlu etkilerinden çok olumsuz etkileriyle karşı karşıyayız. Savruk, hoyrat, kurum ve kuralları olmadan yaşanan küreselleşme adaletsizliğin ve yoksulluğun küreselleşmesiyle ve kalıcılaşmasıyla sonuçlandı. Bugün sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçişin ve küresel yeni ekonomik, siyasi, kültürel bölüşüm kavgasının ürettiği belirsizliği ve karmaşayı bir arada yaşıyoruz. Bu karmaşanın, gerilimlerin, savaşların kazananı olmayacak. Popülist liderlerin değişime direnen ve güç peşindeki şoven, keyfi politikaları ancak insanlığa eza üretecek. Olan insanlara, toplumlara, dünyaya olacak.
Türkiye için hem risk hem fırsat
Türkiye tüm bu hikâyenin öznesi ve sahnesi aynı zamanda. Türkiye’nin ekonomik ve sosyal kapasitesinin bir kısmı bilgi çağına ulaşmışken, diğer kısmı hâlâ sanayi toplumu olabilmek sürecinde sıkışmış. Sanayi toplumu olabilmenin hukuk, eğitim, laiklik gibi temel kurum ve kuralları bile hâlâ sorunlu bir ülke Türkiye.
Türkiye AB üye adayı, NATO üyesi, ABD’nin stratejik ortağı olduğu için küresel ekonomik ve siyasi bölüşüm kavgasının sahnesi. Bu iktidarla beraber Orta Doğu’nun ekonomik ve siyasi bölüşüm kavgasının da küresel kültürel gerilim hattının da öznesi. Tüm bu karmaşa Türkiye için riskler de fırsatlar da barındırıyor. Ne dünyanın ne de Türkiye’nin bu karmaşadan çıkış, geleceği inşa için elinde hâlâ sağlam bir hikâyesi yok.
Pandeminin, ekonomik krizin, küresel göçlerin ve Ukrayna Savaşı'nın ürettiği sarsıntı dünyayı bir kavşak noktasına getirdi. Şimdiye kadar yaşanan gerilimler, çatışmalar başka bir evreye geçiyor artık. Dünya yeniden bloklaşıyor, ülkeler yeniden hizalanıyor. Yeniden bölüşüm kavgasının bitmesi, dünyanın yeni bir dengeye, barışa, huzura kavuşması gerekirken tersine gidiş gözleniyor. Yerkürenin ritim ve iklim değişikliğinin ürettiği sorunlarla mücadele için yeni ve güçlü küresel politikalar, kurumlar, kurallar geliştirilmesi gerekirken ABD ve AB yalnızca kendi enerji ihtiyacı ve güvenliği peşinde. Küresel adaletsizlik ve yoksullukla mücadele için küresel politikalar gerekirken ABD ve AB göçmenlere karşı sınırlarını duvarlarla, elektronik güvenlik araçlarıyla kapatmanın peşinde.
Halbuki ABD ve AB dünyanın geri kalanının bugünkü yoksulluğundan, geri kalmışlığından ekonomik olarak da siyasi olarak da tarihsel olarak da sorumlu. Sürdürülebilirlik, iklim değişikliği için de yoksullukla mücadele için de yeni bir küresel rol dağılımı kaçınılmaz ise ABD ve AB geri kalmış ülkelerin yoksullukla mücadelesi ve adalet talebine cevap üretmek zorunda. Elbette tek sorumlu ABD ve AB değil, geri kalmış ülkelerdeki otoriter ve yolsuzluk esaslı yönetimlerin payını ıskalıyor değilim. Ama bu yönetimlerin ABD ve Avrupa ile suç ve çıkar ortaklığı sayesinde var olabildiklerini de biliyoruz.
Bunlara karşın ne Çin’den ne Rusya’dan ne İran’dan ne de ABD ve AB dışı başka bir ülke ve kültürden demokrasi ve insan haklarından daha ileri, daha insan onuruna yakışır bir siyasal öneri yok. Hâlâ insanlığın elindeki en iyi hikâye demokrasi ve insan hakları. Dünya kalıcı biçimde zenginler ve yoksullar olarak, toplumları demokratik değerleri ve insan haklarını içselleştirmiş olanlar ve olmayanlar olarak, demokratik ve otokratik yönetimler olarak ayrışıyor. Hemen her ülke ve toplum aynı eksenler üzerinden kendi içlerinde kutuplaşıyor, gettolaşıyor. Bu ise yakın gelecekte başka gerilimler, çatışmalar ima ediyor.
Yeniyi üretecek olan yine Batı
Yine de yeni, Batı’dan çıkacak. Entelektüel enerji ve kapasitesiyle, üniversiteleri ve sivil toplumuyla, içselleştirilmiş eleştirel aklı ve özgür düşünce alışkanlığıyla, ekonomik ve teknolojik gücüyle yeninin ne olması gerektiğini Batı tartışacak ve geliştirecek. NATO gibi askeri iş birlikleri yerine yeni, bölgesel ve küresel iş birlikleri, etkisiz Birleşmiş Milletler yerine daha etkin Birleşmiş Milletler oluşacak uzun vadede.
İnsan hakları ve demokrasi, küresel barış ve adalet için yeni bir küresel hikâye ve siyaset gerek. Türkiye bu tartışmalara aktif katılımıyla, tüm farklı katmanların gerilimlerini yaşamakta olan bir ülke olarak çözümün ve yeninin mimarlarından birisi olabilme şansına sahip. Türkiye’nin meselelerine ve dış politikasına bakarken bu vizyondan beslenen yeni bir iddia gerek.
2023 seçimleri bu ayrışmanın, kutuplaşmanın neresinde olacağımızın seçimi olacak. İktidarı oluşturan zihni koalisyonun bir kanadı yaşanan küresel gerilimleri kendi iktidarını sürdürebilmenin risk ve fırsatları olarak görüyor. Zihni koalisyonun diğer kanadı jakoben bir otoriterliğin fırsatı olarak bakıyor. Türkiye vaka analiz laboratuvarı gibi. Türkiye’nin kendi ekonomik, sosyal ve siyasal meselelerini çözmesinin yolu büyük toplumsal uzlaşmaya dayalı yeni bir demokratik inşa süreci. Bunu başarabilirsek dünyadaki etkinliğimiz bu başarıdan gelecek. Dünyaya ilham verecek bir hikâye yazabiliriz. Dünyanın gidişatına, küresel barış ve adalete öncü, yol gösteren, ilham veren bir söz söyleyebiliriz. Ya da dünyanın yeni kutuplaşmalarına liderlik eden ülkelerinin gerilimlere ve savaşlara dayalı dünya tahayyüllerinin sınırları içinde kalan bir hayata mahkûm oluruz.
Tarih boyu Batı’ya hareket ettik
Kısaca meselemiz Rusya Ukrayna Savaşı'nda hangi ülkeden yana olduğumuzdan, AB üyeliğinde ısrar edip etmeyeceğimizden, NATO mu Şanghay Beşlisi mi ikileminden daha kapsamlı, daha karmaşık.
Tarihi boyunca Batı’ya doğru hareket etmiş bir toplum burası. Hâlâ da bu memleketin insanlarının gözünde muasır medeniyet Batı. “Devlet nizamı, hukuk düzeni, ekonomisi ve yaşam standardı açısından Türkiye hangi ülkeye benzese mutlu olursunuz” diye sormuşuz KONDA Barometresi araştırmaları içinde. Kasım 2016’da toplumun yüzde 43’ü Avrupa ülkeleri, yüzde 11’i ABD, yüzde 6’sı İngiliz Devletler Topluluğu ülkeleri cevabını vermiş.
Toplam yüzde 60 oranında Batı işaret edilmiş. Yüzde 26 oranında “Türkiye’nin benzemesini istediğim bir ülke yok” cevabı verilirken, yüzde 4 Rusya, yüzde 4 Müslüman ülkeler, yüzde 7 de diğer ülkeler söylenmiş. Aynı soru Kasım 2020’de sorulduğunda Batı’ya işaret edenler toplamda yüzde 69’a yükselmiş. ABD yüzde 10, Avrupa ülkeleri yüzde 49, İngiliz Devletler Topluluğu yüzde 10 oranında söylenmiş. “Türkiye’nin benzemesini istediğim ülke yok” cevabı yüzde 18’e, Müslüman ülkeler diyenler yüzde 1’e, Rusya diyenler yüzde 3’e gerilemiş, diğer ülkeleri söyleyenler de yüzde 8’e yükselmiş. Bu memleketin insanları muasır medeniyet hedefi olarak Batı’yı görüyorlar.
Öte yandan farklı zamanlarda tekrarlanan Avrupa Birliği algısı araştırmalarının bulgusu olarak şunu not etmek gerek. Toplum Batı’dan ve AB’den beklentilerini ekonomi ve hukuka dair ihtiyaç ve taleplerinden şekillendiriyor. Aynı zamanda Batı karşısında kültürel ve ahlaki kaygılar da taşıyor. Türkiye bundan böyle Batı’nın ne hasta adamı ne şamar oğlanı olabilir. Ne AB’nin kapısında yalvaran üye adayı ne de AB sınırlarının kapı bekçisi de olamaz. Ne kapıyı vurup çıktık demek ne de kazanımları terk etmek mümkün. Muhalefet dış politikayı ekonomide de olduğu gibi teknokratların işi mi sanıyor bilmiyorum ama umarım bir dünya vizyonları vardır. Seçmen de bunu duymayı bekliyor zaten.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı