Siyasetin ve devlet mekanizmalarının sorunları çözme kapasitesi düşük. Siyaset de devlet de herhangi bir sorun kendi dinamikleriyle sürdürülemez hale gelip, kendi çözümünü dayatana kadar son derece yavaş davranıyor. Doğrudan devletin beka ve güvenlik alanına tehdit içerdiği algısı siyasi ve bürokratik kadrolarda oluştuğu zamana dek bekleniyor. Devlet hayatı düzenlemek üzerinden değil hayatı denetlemek üzerinden bakıyor her meseleye. Sonuçta proaktif bir siyaset ve devlet mekanizmaları yok elimizde ne yazık ki.
Bu alışkanlığın en görünür biçimde yaşandığını gözlediğimiz alanların başında nüfus artışı, göç, kentleşme meseleleri geliyor. Ülkenin sanayileşme süreciyle beraber başlayan kırlardan kentlere göç hareketinin ihtiyacı olan kent planlamaları, arsa üretimleri, finansman modelleri, yapılaşma modelleri, kent hayatına ve ritmine uyum gibi alanların neredeyse tümüne dair hiçbir strateji üretilmemiş. Sanayinin emek ihtiyacı için kırlardan kentlere gelen insanların geçici olacakları ve bir gün köylerine, kasabalarına dönecekleri varsayılmış. Kentlerde kalıcı hayat kurmanın peşindeki insanlar barınma meselelerini kendi bildikleri kadarıyla, becerebildikleri biçimiyle ve çoğu zamanda informal yollarla halletmeye çalışmışlar. Kente ve kentli hayatı uyum meselelerini ise hemşehri dayanışmalarıyla kendi mahallelerini kurarak, kentin yerleşiklerine değmeden alternatif mahalleler, ritüeller, cemaatler, hayatlar kurarak oluşturmuşlar. O nedenle hala ilk tanışılana “Aslen nerelisin hemşehrim” diye soruluyor.
Sonuçta imar plansız, çoğu zaman hazine arazileri üzerinde, bilimsel yöntemlere uygunluğu tartışmalı gecekondular kurulmuş. Sonraki aşamada gecekondular apartmanlara dönüşmüş. Şimdi de kentsel dönüşüm adı altında o apartmanlar sitelere dönüşüyor.
Bu süreç boyunca siyaset ve devlet olanları seyretmekle yetinmiş. İlki 1948 yılında olmak üzere 17 imar affı çıkarılmış. Sonuncu olan 17’nci imar affına bile 9 milyona yakın başvuru olmuş.
Aflar siyasetin ve devletin tembelliği ya da fırsatçılığı olarak da değerlendirilebilir. Siyaset oy toplamak için, devlet bütçe açığını kapamak ya da yeni finansman kaynağı olarak afları kullanmış. Birçok başkaca alanda da benzer örnekleri görebiliriz.
Kararsız seçmen
Bu genel gidişatın içinde son on yılın ve hatta son beş yılın ayrı bir önemi var. Hangi ekonomik ve hatta hayata dair veriye, endekse, küresel kıyaslamalara bakarsak bakalım, 2013 yılından ya da Gezi’den beridir ülke geriye doğru gidiyor. 2017 yılındaki halk oylamasıyla geçilen yeni cumhurbaşkanlığı sistemiyle beraber ise yönetimdeki merkezileşme, hesap verebilirliğin, şeffaflığın kalkması, çalışmayan adalet ve yargı mekanizmalarıyla beraber başka bir süreç başladı. Hala derinleşerek ve krizleri çeşitlenerek süren gidişata giderek tufana dönüşen ekonomik kriz eşlik ediyor.
Sonuçta geldiğimiz yer devletin temel fonksiyonlarının taşeronlara devredildiği, eğitim ve sağlık sistemlerinin çöktüğü, adaletsizliğin ve yoksulluğun derinleştiği ve yaygınlaştığı bir nokta. Dolayısıyla bireylerin ve toplumun yaslanacağı ne kamusal ne toplumsal kurumlar ne de ahlaki kurallar kaldı.
Araştırmalar gösteriyor ki neredeyse toplumun yarısı siyasetin var olan sorunlara çözüm bulacağına inanmıyor. O nedenle son aylarda kamuoyuna yayınlanan hemen tüm araştırmalarda kararsız seçmen oranları da yükseliyor.
Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da.
Bu siyasetin, devletin sorun çözme yönteminin ve toplumsal psikolojinin siyasal sonuçlarından daha çok gündelik hayat üzerindeki etkilerine bakıldığında toplumsal davranışa dair önemli ipuçları görebiliyoruz.
herkes kendi sorununu çözmeye çalışıyor
Siyaset ve devlet çözmüyor diye hayat durmuyor. Toplum gündelik hayatın içinde var olan siyasal, kültürel ve ekonomik sorunlara kendi çözümlerini üretiyor. Siyasete yabancılaşarak Öcalan’a af gibi radikal bir öneriye veya yeni anayasa sözlerine duyarsızlaşıyor, ilgilenmiyor, tartışmıyor. Kültürel meseleleri toplumun bir kesimi kutuplaşarak, gettolaşarak çözdüğünü sanıyor, diğer bir kesimi zihninde çözdüğünü varsayarak gündeminden çıkarıyor. Ekonomik meselelerini ise çözemediği için afallamış bir halde hayatını günübirlik sürdürmeye çalışıyor.
Asıl önemlisi ise, diplerde bir yerlerde, toplumsal bellekte, zihin haritalarında ve gündelik hayattaki tutum ve davranışlarda iki önemli eğilim yaşanıyor. Bu hafta bu eğilimlerden birincisine değineceğim, gelecek hafta da ikincisine.
Birincisi sade bireyler kendi bireysel hayatlarıyla ülke hayatını neredeyse birbirine değmiyormuş gibi ayrıştırmaya başlıyor. İki ayrı zaman diliminde, iki ayrı katmanda iki ayrı hayat yaşanıyormuş gibi bir algı ve iki ayrı hayata dair iki ayrı zihin haritası gelişiyor.
Ülkenin genel gidişatı nasıl olursa olsun, sokaktaki ortak hayatta ne olursa olsun, herkes kendi hanesinin varoluşunu sürdürmeye, geçimi ve ihtiyaçlarını bir biçimde karşılamaya çalışıyor. Bu çaba ve dürtü insanın doğasında olan bir şey. Bulunan çözümün yasalara, ahlaki değerlere uygun olup olmadığına bakmaksızın herkes kendi sorununu çözmeye çalışıyor. Ormandan ağaç kesmekten, hazine arazisine gecekondu yapmaya, kayıt dışı çalışmaktan, rüşvet alıp vermeye kadar bir dizi davranışı sergileyebiliyor. Çünkü yalnızca siyasete değil devlete, hukuka ve kamu otoritesinin verdiği kararlara, bilgilere de güvenmiyor.
Son bir ayda yaşanan iki örneğe bakın. Kara para aklamak suçlamasıyla bir fenomen tutuklanıyor, mallarına, parasına blokaj konuyor, dünya kadar ceza istenen davalar açılıyor ama sonra da tutuksuz yargılanmak üzere bırakılıyor. Aynı fenomen geçen hafta on binlerce hayranının, takipçisinin katılımıyla yeni şube açılışı yapmış. O on binlerce takipçinin yargının iddialarına inanmadığını ya da ciddiye almadığını söylemek mümkün.
İkinci örnek, kamu otoritesinin denetimlerinde ürünlerinin içinde normal dışı katkıların olduğu tespit edildiği açıklanan restoran zincirinin müşterilerinin restoranlarına sahip çıkma eylemleri. O restoranın müşterilerinin bir kısmının kamu otoritesinin denetimine de açıklamasına da güvenmediklerini gösterdiklerini söylemek de mümkün.
Bireysel hayatlarındaki sorunları ahlaki veya gayriahlaki, hukuki veya hukuk dışı bir biçimde çözmeye çalışan insanlar çoğalıyor. Giderek kayıt dışı, hukuk dışı, adap ve ahlaka aykırı, zaman zaman öfke ve şiddete kayan davranışlar yaygınlaşıyor.
Sorun insanlar haneleri dışına çıktığında, sokağında, mahallesinde, işyerinde diğerleriyle ilişki ve iletişim içinde girdiklerinde başlıyor. Ortak sorun alanlarında, eğitim, sağlık, ulaşım gibi ortak sorunlarla karşılaşıldığında yeni bir durum var artık. Ortak sorun alanlarında ortak iş yapma ve sorun çözme mekanizmaları zayıf. Böylesi bir gelenek neredeyse yok denecek kadar az. Ortak alanlarda basit, gündelik hayat dayanışması dışında, sorun çözmeye yönelik hayat pratikleri son derece düşük. Dayanışmanın nasıl üretildiği ve yaşandığı ayrıca incelenmeye değer bir konu.
Gündelik hayatın karmaşıklığı ve hızlı ritmi içinde, öne çıkan kültürel kimlikler, farklılaşan aidiyetler, ötekileştirmeler, kutuplaşmalar derken sade birey ülke hayatını anlamlandırmakta ve kendini konumlamakta zorlanmaya başlıyor. Hatta giderek yalnızca hukukun üstünlüğüne inancın değil ortak geleceğe inancın da ortak yaşama iradesinin de eksildiğini görüyoruz.
Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor
Bu durumda, kendi hayat alanında zorluklara direnen, başarmaya çalışan, kendi hedefleri ve ihtiyaçları için tutkulu olan sade birey ülke hayatının sorunlarından, karmaşasından, belirsizliğinden endişe ve korku üretiyor. Bireysel hayatla ülke hayatının değerleri, öncelikleri ayrı yönlere doğru gelişmeye başlıyor.
Kendi hayatında kendinden farklı olana daha hoşgörülü bakıyor. Kendinden farklı olanla akrabalık tesis ediyor, aynı camilerde ibadet, aynı pazarlara alışveriş ediyor. Ya da farklı olanla, ötekiyle hiç ilişki kurmuyor. Ona değmeden yaşıyor. Hanesine bulaşmadıkça farklı olanın apartmanında, işyerinde varlığına itiraz etmiyor. Aynı farklılığa ülke hayatından bakınca ise o farklılığı ötekileştiriyor. Kendi de korkuyor, ötekini de korkutuyor.
Kaygıda ortaklaşmış bir noktadayız
Bireysel hayatla ülke hayatını bu denli birbirinden bağımsız yaşanıyor olması kimilerince bu toplumun çelişkisi gibi görünse de bu verili hal. Bireyler memleketin, ortak hayatın sorunlarına karşın bir savunma stratejisi kurarak bireysel hayatlarını ortak hayatın dert ve meselelerinden korumaya çalışıyor. Belki de sanayi toplumu sonrası yeni çağın bir karakteristiği bu. Yakın zamana dek gözlediğimiz, toplumsal araştırmalarda bulgumuz, toplumun önemli bir kesiminin ülke hayatına dair beklentileri düşük olsa bile bireysel hayatları için umutlu ve iyimser olmalarıydı.
Bu zihni ayrışma şimdi bir başka aşamaya geçmiş görünüyor. Çünkü bireysel hayatların savunma stratejisi de çökmüş durumda. Gelir dağılımındaki bozulma, hayat pahalılığı ve yoksullaşma nedeniyle hanenin geçimi zorlanıyor. Eğitim sisteminin çöküşü ve eğitimde fırsat eşitliğinin kaybolması nedeniyle çocuklarının daha iyi bir hayatı yakalayabileceklerine dair beklenti yok olmuş durumda. Sağlık sistemi çökmüş, hizmete ulaşım zorlanmış, taşeronlara bırakılan sağlık hizmetleri neredeyse soygunculuğa dönüşmüş durumda. Asayiş ve güvenlik meselesi ise çetelere teslim, sıradan bireylerin bireysel veya örgütlü şiddetle karşılaşması sıradanlaşmış durumda.
Bireysel hayatlar arkalıksız sandalyelerde tekinsizliğe, güvensizliğe, tedirginliğe teslim. Toplumsal psikoloji depresyon seviyesinde seyrediyor. Algılar da beklentiler de karamsarlığa dönüşmüş durumda.
Bu toplumsal durumun adı kaygıda ortaklaşmak. Kıvançta, neşede, başarıda, gururda, onurda değil kaygıda ortaklaşmış bir noktadayız.
Veri Enstitüsü’nün “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024’ araştırmasının en temel bulgularından birincisi bu. Hangi etnik veya inanç kümesinden, hangi yaş grubundan kuşağından, hangi eğitim seviyesi veya meslek grubundan, hangi ekonomik sınıftan ya da hangi kimlik ve tercih kümesinden olursak olalım kaygı seviyesi ortak seviyede ve dozda.
Kaygı dozunun artması ve yaygınlaşması giderek yalnızca ortak hayatta değil bireysel hayatta da neşeyi, görgüyü, terbiyeyi, nezaketi yok ediyor. Giderek vicdan, merhamet, iyilik zayıflıyor. Ahlaki çöküş de böyle böyle yaşanıyor.
Veri Enstitüsü’nün “Türkiye’nin Değişen Yüzü’ 2024” araştırmasının bulguları elbette yalnızca olumsuz bulgulardan oluşmuyor. Ama en olumsuz bulguların başında da toplumsal psikolojide kaygıda ortaklaşmaya dair olanı geliyor.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.