Bekir Ağırdır

18 Nisan 2018

Kentlileşmiş, dönüşmüş toplum

"Tek kelimeye yüklenen çok sayıda anlamdan ve siyasi talepten bahsediyoruz"

Yazı dizisinin bu bölümünde Türkiye’nin toplumsal dip dalgalarına dikkatinizi çekmek istiyorum.

Bu dip dalgalardan ilki göç meselesi. Son 40 yılda bu ülkede, önümüzdeki seçimde oy verecek 57 milyon seçmenin 31 milyonu göç etmiş. Modern tarihte hiçbir Batı toplumunda böyle bir göç hareketi yok, üstelik de devam ediyor. Bugün sabah sorduğunuz zaman her 5 insandan 1’i daha iyi bir hayata ulaşmak arzusuyla yarın sabah taşınmak istiyor.

1950’de Cumhuriyet’i kuran partiye karşı Demokrat Parti’ye iktidarı verirken 21 milyon nüfusun yüzde 75’i, 1970’lerde “Toprak işleyenin su kullananın” diyen Ecevit’e yüzde 43 oy verirken 35 milyon nüfusun yüzde 62’si, 2002’de Ak Parti’yi iktidara getirirken 67 milyon nüfusun yüzde 35’i kırlardaydı. Bugün kırlarda yaşayanlar yüzde 16, adı köy olan yerlerde yaşayan yüzde 7 oranında. 81 Milyon nüfusun yarısı 11 metropolde, yüzde 34’ü kentlerde yaşıyor.

Türkiye kentli ve hatta metropollü bir ülke artık. Önümüzdeki on yılda Türkiye nüfusu 87 milyona gelecek, yüzde 65’i 15 metropole toplaşmış olacak. Bu kentleşme ve metropolleşme dinamiği yalnızca konut meselesi ya da ulaşım meselesinden ibaret sonuç üretmiyor. Toplumun naturası, kimyası, ihtiyaçları, talepleri, umudu, dayanışma anlayışı değişiyor. Örneğin hemşerilikten mi arıyor dayanışmayı, yoksa daha soyut etnik kimliğinden ya da inanç kimliğinden mi arıyor? Örneğin sendikalı üye sayısındaki düşüşün nedeni yalnızca yasal engellemeler mi yoksa değişen dayanışma anlayışına cevap üretecek yeni sendikacılık modeli geliştirilemediği için mi? Bu soruların elbette uzun cevapları var ama dikkat çekmek istediğim kentli ve özellikle metropollü toplumun ihtiyaç, talep ve duyarlılıklarının da değiştiği.

Kutuplaşmış toplum

Yukarıdaki grafikte dikkatinizi çekeceğim birinci şey şudur: Dünyanın her yerinde herhangi bir araştırma yaptığınızda veya herhangi bir ölçüm yaptığınızda bir çan eğrisi elde edersiniz ama Türkiye’de hangi araştırmayı yaparsanız yapın grafikteki gibi deve hörgücüne benzer iki çan eğrisi elde ediyorsunuz.

Bu fotoğraf “kutuplaşma” dediğimiz meselenin hayat tarzları üzerinden görüntüsü. Kutuplaşmanın geldiği noktaya dair somut bir sayı söylemek gerekirse, herhangi bir markete girerken her 4 tüketiciden 1’inin zihninde “içeride bedava olsa almam” dediği bir marka var ve o markayı siyasetten tarif ediyor. Her 100 insanın 64’ü, herhangi bir siyasi meseleyi Ak Parti’ye yandaşlığı veya karşıtlığına göre kategorik olarak pozisyon alarak değerlendiriyor. Dolayısıyla sadece modern gündelik hayat pratiklerinden kurulan dil, öbür tarafa değmiyor ya da onların başka dilleri bu taraftakilere değmiyor. 

Markalaşmış sorunlar

Bu topraklarda yüz yıldır çözülememiş ve her biri bir marka haline dönüşmüş sorunlar var. Kürt meselesi gibi yüz yıldır, Avrupa Birliği’ne üye olmak altmış yıldır tartıştığımız, yeni anayasa yapmak ve kadın meselesi gibi kadim meselelerimiz var.

Ülkenin yüz elli-iki yüz yıldır sanayi toplumu olma yolunda hedefleri, kalkınma ve modernleşme çabaları vardı. Bu süreçte neleri başardığımız ya da neleri başaramadığımız da ortada. Ekonomik kalkınmada mesafe aldıysak da sürdürülebilirliği, gelir adaleti gibi meseleleri hala sorunlu. Ama asıl sanayi toplumu olmanın eğitim, hukuk, laiklik gibi temel alanlarında çok derin ayrışmalarımız ve sorunlarımız var. Sanayi toplumu olmanın modernleşme tarafında daha derin ayrılık ve tartışmalarımız var ama yalnızca kadın meselesine bakmak ve kadınların hala üçte ikisinin ev kadını olduğu gerçeğiyle yüzleşmek bile sürecin neresinde olduğumuzu anlatıyor.

Altmışlı yıllardan itibaren dünya iletişim ve bilişim devrimiyle yeni bir çağa girdi ve bilgi toplumuna dönüşme çabaları başladı. Bilgi toplumu olmanın iki temel alanı var, demokratikleşmek ve küreselleşmek.

Siyasetsiz yaşanan süreçler

Türkiye son kırk yıldır bir yandan kalkınmak ve modernleşmek, öte yandan da demokratikleşmek ve küreselleşmek süreçlerini bir arada yaşıyor. Üstelik bu dört süreci de toplumsal ve siyasal ütopya ve uzlaşma olmadan yaşıyor. 1969 seçimlerinden 1980 darbesine kadar Türkiye’yi yöneten hükümetlerin ortalama ömrü 10 buçuk ay. 1983’ten, darbeden sonraki ilk seçimden 2002’ye kadar ülkeyi yöneten hükümetlerin ortalama ömrü ise 1 yıl 4 ay. Bu ortalamayı öncekinden birazcık yükselten de 6 yıllık ANAP dönemi. 1987-2002 arasında yapılan tüm seçimlerin birinci partisi farklı. Toplum var olan tüm siyasi partilere şans vermiş. Bir başka deyişle uzlaşmayı ve değişimin öncüsü olacak iddiayı aramış.

Dünya çağ değiştirirken, ülke siyasi uzlaşma ve hedeflerden yoksun, kendiliğinden gelişen, ülkenin stratejik hedeflerinden yoksun, insanların bireysel çabalarıyla yürüyen bir süreçten geçmiş bir bakıma.  Bu süreçte oturdukları yerde kaderi beklemek yerine insanların yarıdan çoğu kentlere, metropollere akın etmiş, kendi alternatif hayatlarını kurmuş. 

Aşağıdaki harita illerin sosyoekonomik gelişmişliklerine göre renklendirilmiş bir harita. Ülkenin en geri kalmış yöreleri (bir bakıma kalkınma ve modernleşme sürecinin hala en geride olan yöreleri) ile gelişmeye çabalayan ve gelişmiş yörelerini haritada net olarak görüyorsunuz.

Fakat benim dikkat çekmek istediğim, dünkü bölümde yayınladığım 1 Kasım Genel Seçim ile 16 Nisan Halk Oylaması’nın sonuçlarına göre kümeleme analiziyle yapılan siyasi harita ile illerin sosyoekonomik gelişmişliğini gösteren bu haritanın neredeyse birebir aynı oluşu.

Üç farklı siyasi coğrafya ile üç farklı sosyoekonomik coğrafya birbirini teyit ediyor. Bu üç bölgenin farklı ihtiyaç ve talepleri var. Batıdaki ve kıyılardaki iller demokrasiyi, özgürlükleri, sürdürülebilirliği, hayat tarzını önemserken, ortadaki illerin ahalisi devletin yatırım ve hizmetlerini, ekonomik kalkınmayı ve istihdamı önemsiyor. Kürtlerin ağırlıkta olduğu Doğu ve Güney Doğu’da ise kinliklerinin tanınma talebi zaman zaman ekonomik kalkınma talebinin önüne geçiyor.

Sanayi toplumu olmaya çalışırken ve daha bu süreci tamamlamadan bilgi toplumu olmanın meseleleriyle karşılaşan ve bu süreçleri siyaset marifetiyle yönetilmeden geçiren Türkiye insanı umutsuzluğa teslim olmadan, göç ederek ve yeni bir hayat arayışı ile hareket etmiş ve yaşanan karmaşadan korunmak için geliştirdiği birtakım kodlamaları var.

Toplumun korunma kodları

O kodlamalardan bir tanesi bireysel hayatı ile ortak hayatını iki paralel evrende gibi yaşıyoruz hepimiz. Bireysel hayatında herkes çok umutlu, çok çoğulcu, çok sorun çözücü, çok hayalci. “Dünür tarafı çok dindar çıktı” diye, “Damat tarafında Kürtler varmış” gerekçesiyle boşanalım diyen kimse yok henüz. Herkes gündelik hayatında hoşgörülü ve çoğulcu ama sorun ortak hayatta, sokakta başlıyor. Camın öbür tarafına döndüğü zaman “O bizim damat ya samimi inançlı olduğu için öyle.” “Bizim dünürler samimi Kürt” diyen aynı insanlar camın öbür tarafında bütün dindarları şeriatçı, bütün Kürtleri bölücü, bütün solcuları ahlâksız olarak gördüğü başka kodlamalarla düşünüyor. Onun için bireysel hayatında ne kadar sorun çözücüyse ne kadar hayalici ve çoğulcu ise ortak hayatında o kadar korkak ve değişimden kaçınıyormuş gibi bir izlenim veriyor. Onun için mehteran yürüyüşü gibi hareket ediyoruz ya da el freni çekik araba gibi: bir yandan umutlarımız, çoğulculuğumuz ve hayallerimiz var, bir tarafta da korkularımız var.  

Türkiye insanının geliştirdiği ikinci kodlama var. “İyi, doğru, güzel” tanım seti, değerleri ile gündelik hayatta pratikte yaptıkları arasında müthiş bir yarılma var. “Kırmızı ışıkta geçmek yanlış mı?” Hepimiz yanlış olduğunu biliyoruz ama emniyet şeridine girenler, kırmızı ışıkta geçenler çoğalıyor. Bu yarılma, hukukun üstünlüğüne olan inancın, karşılıklı güven duygusunun eksikliği ile birleşince lümpenleşme ve giderek radikalleşme üretiyor. Dolayısıyla karşımızda 1990’ların “Şaban”ları yok, 2018’in “Recep İvedik”leri var ve bu lümpenleşme giderek metropollerde manevi şiddetten maddi şiddete doğru dönüşme eğilimi gösteriyor. Üstelik siyaset de bunu körüklüyor.

Toplumsal beka ve adalet arayışı

Türkiye insanına “Yeni anayasa yapmaya kalktığımızda temel ilkeleri ne olsun” diye sorduğunuz zaman, “Haksızlığa karşı adalet ve de Türk-Kürt-Sünni gibi her türlü farklılıklar arasında eşitlik” diyorlar. Balkonlara bayrak astılar diye milliyetçi olmuyorlar. Cuma günleri 5 bin kişiye “Hayırlı cumalar” mesajı yolladılar diye dindarlıkları artmıyor, ama lümpenleşiliyor. İktidarlar ve liderler istiyor diye insanlar ve toplumlar ahlaki kodlamalarını değiştirmiyorlar.

“Bugünkü Türkiye’yi tarif eden 10 tane kavramı seçin” şeklinde bir soruya, en çok söylenen “terör, işsizlik, suç, şiddet, cehalet, yoksulluk” ve hepsi negatif kavram, pozitif kavram yok.

 “Hayal ettiğiniz Türkiye’yi tanımlayacak 10 kavramı seçseniz” şeklindeki soruya ise insanların en yüksek oranda seçtiği kavram ise “adalet” (yüzde 70) sonra “ahlak, eşitlik, saygı, huzur, güven” geliyor. 

Daha da önemlisi Türk veya Kürt; Ak Parti’ye oy veren, CHP’ye oy veren; üniversite mezunu olan, ilkokul mezunu olan; kadın veya erkek; genç veya yaşlı, ne demografik ne sosyolojik ne kültürel ne siyasal kümeler hiçbir farklılık üretmiyor, herkes “adalet” demiş. Sonra aynı insanlara ikinci kez gidip, “adalet denince siz ne anlıyorsunuz” diye sormuşuz. Kadınlara ya da Kürtlere sorduğumuz zaman “tanınma, varlığının, farklılığının kabul edilmesi” adaleti kastediyor ya da işçiler, yoksullar “bölüşüm adaleti, gelir dağılımı adaleti” diyor. Gençler, eğitimliler, Kürtler “katılım adaleti” diyor ama herkes “adalet” diyor.

Tam burada bir veri paylaşayım. Mart 2018 itibariyle 23 milyon hanenin yalnızca yüzde 18’inde gelir giderden fazla gerçekleşmiş. Yüzde 52 hanede ise gelir gidere denk olmuş. Yüzde 13 hanedekiler “geçinemedim” diyor yani yarı aç yarı tok yaşamış, yüzde 14 hanede ise gelir giderden eksik kalmış, borçlanmış ya da yardımlarla hayatını sürdürmeye çalışmış. Dörtte birden fazla hanede dirlik, düzenlik sorunlu ise bu insanların adalet talebini belki de çığlık olarak almak gerekir.  

Dolayısıyla tek kelimeye yüklenen çok sayıda anlamdan ve siyasi talepten bahsediyoruz. Ve bu siyasi talep tam da yeni bir siyaseti inşa etmenin başlangıç noktası olabilir.

Ama bu hikayeye yalnızca kendi meselelerimiz ve aktörlerimizden bakmak yetmeyebilir. Küresel ve bölgesel dinamikler de en az iç dinamikler kadar yeni siyaseti inşa ederken dikkate alınmak zorunda.

DEVAM EDECEK...