Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İsrail’in Gazze ve Lübnan saldırılarını değerlendirirken şaşırtıcı bir tespitte bulundu. “İsrail saldırganlığı Türkiye’yi de içine almaktadır” dedi. Erdoğan değerlendirmesine, “Vaat edilmiş topraklar hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin, tamamen dini bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer, açık söylüyorum, bizim vatan topraklarımız olacaktır” diyerek devam edip, bu tehlikeyi bertaraf etmenin yolu olarak “iç cepheyi güçlendirme” ve “yumuşama, normalleşme” çağrısı yaptı.
Bu sözlerin söylendiği yer Meclis’in yeni dönem açılış toplantısıydı ve o toplantıda bir şey daha oldu, MHP lideri Devlet Bahçeli doğaçlama gibi gelişen bir sahnede DEM Partililerin elini sıktı. Ertesi gün de tokalaşmanın açıklamasını yaptı. Bahçeli, “Uzattığım el ‘Türkiye partisi olun’ teklifidir, milli birlik ve kardeşliğimizin mesajıdır… Uzattığım el, İlk Meclis’in ve Sayın Cumhurbaşkanı’mızın isabetli sözlerinin meşale gibi yanan aydınlığıdır” dedi. İsrail’in Gazze ve Lübnan saldırılarına dair de “Bugün mesele Beyrut değil Ankara’dır, hedef Şam, Bağdat değil İstanbul’dur” dedi.
Ardından Erdoğan, grup toplantısında ittifak ortağına destek verdi, “Cumhur İttifakı’nın uzattığı elin değerinin muhatapları tarafından anlaşılmasını ümit ediyoruz” dedi.
İktidarın söylemlerindeki “İsrail’in hedefinin Türkiye” olduğu vurgusu, bu nedenle “milli birlik ve beraberlik vurgusu” ve ardından DEM’e çağrılar, siyasi kulis haberleriyle de desteklenince doğal olarak kamuoyunda ‘Yeni bir açılım süreci mi başlıyor’ tartışmalarını ateşledi. Ekranlarda İsrail saldırı riskine karşı Türkiye askeri savunma hattı, toplumsal birlik ve beraberlik meselesinin gerekleri, eli sopalı abilerce harita üzerinde uzun uzun analiz edildi.
Meclis açılışından sonraki üç haftada siyasilerin yeni demeçleriyle konu gündeme yerleşti. CHP ve DEM Parti yetkililerinin de tartışmalara dahil olan açıklamalarıyla kamuoyunda “İktidar bir kez daha Kürt meselesinde açılıma hazırlanıyor” algısını ve beklentisini güçlendirdi, mesele siyasi gündemi ele geçirdi.
Doğal olarak her zaman olduğu gibi kamuoyu ikiye bölündü. Alper Görmüş’ün tespitiyle, “İktidar ne yapmak istiyordu? Büyük bir şey mi başlatıyordu yoksa kendi dar siyasi çıkarları doğrultusunda manipülasyon ve istismar peşinde miydi?
Ortaya şu ana kadar çıkan veriler ışığında bu soruya kesin bir cevap vermek mümkün değil. Yine de kesin cevapçılar var tabii. Onların bir ucunda ‘İktidar, ortaya çıkan yeni bölge koşullarını gözeterek 10 yıl önce yarım kalmış Kürt barışını tamamına erdirmek için harekete geçti, her şey çok güzel olacak’ diyenler, öbür uçta ‘İktidar, Erdoğan’ın bu seçime de girebilmesini sağlamak için yeni anayasa yapmak istiyor, o nedenle DEM’lilere kucak açıyor’ diyenler var. Bunların birincisi ‘ah, keşke’ci bir iyimserliğin olgu gibi sunulmasından, ikincisi de ‘Erdoğan’ın herhangi bir hamlesi ancak ve sadece onun ne pahasına olursa olsun iktidarı kaybetmemek güdüsüne bağlanarak açıklanabilir’ ezberinden kaynaklanıyor.”
Batı ile Müslüman coğrafya arasındaki kültürel gerilim
İyimser kanattaki görüşlerin arasında farklılıklar olsa da ortaklaştığı bir zemin var. İyimser olanlar, İsrail’in Gazze, Lübnan saldırıları, İran’la savaş ihtimalini adım adım gerçekleştirmeye zorlayan söylemleri, suikastları sonrası bölgedeki hararetin Türkiye üzerindeki etkilerinden, risklerinden ve hatta fırsatlarından yola çıkıyorlar. Kısaca iyimserler meseleye, küresel yeniden bölüşüm kavgasının Orta Doğu sahnesindeki yeni safhasının ve bölgesel koşulların Kürtlerle yeni bir ilişkiyi zorunlu kılmasının dayatması, riski, fırsatı penceresinden bakıyorlar.
Kanaatim ülke siyasi aktörleri kadim Kürt meselesini çözmemekte, nedenlerini-sonuçlarını kavramamakta ısrarcı oldu. Zaman zaman farklı yaklaşımlar, dönemler olsa da ağırlıklı olarak mesele terör, sınır güvenliği ve devletin bekası anlayışına hapsedildi. Sonuçta meseleye bu bakışın ürettiği zihni ve ruhi esaret ülkenin demokratikleşmesinin, ekonomik kalkınmasının, toplumsal esenliğinin önünde bir tıkaca dönüştü. Giderek yıllar içinde meselenin aktörleri, katmanları, dinamikleri değişti, çeşitlendi. 2015 yılındaki açılımın ve Dolmabahçe mutabakatının geçersiz sayılması ardından küresel dinamiklerdeki değişimlerin de etkisiyle paradigma bir kez daha değişti. Bir yandan mekânsal olarak bölgeselleşti, diğer yandan küresel yeniden bölüşüm kavgasının yayılması ve derinleşmesi, Batı ile Müslüman coğrafya arasındaki kültürel gerilim, Türkiye ile Batı arasındaki siyasi ve kültürel gerilimlerin de etkisiyle daha da karmaşık, çok aktörlü, çok boyutlu bir hale dönüştü.
Bugün açılım var mı yok mu tartışmasını, analizlerini bu paradigma değişikliğinden bağımsız ele almak mümkün değil. Öte yandan meseleyi tümden bu yeni bölgesel katmandan ve paradigmadan okumak, Kürt meselesinin kaynak nedenlerini, Türkiye’nin bugünkü siyasi, toplumsal ve ekonomik ihtiyaç ve taleplerini yok sayarak bu tartışmayı yürütmek de doğru ve anlamlı değil.
İktidarı oluşturan zihni koalisyonun politikalarını biliyoruz, yaşıyoruz. Özgürlüklerin teröre destek veya ahlakçı bakışlarla nasıl kısıtlandığını daha bu hafta Açık Radyo’nun kapatılmasıyla deneyimledik. Bir programda, bir konuğun fikrini söylediği tek bir cümle nedeniyle 13 Kasım 1995’ten beri “kâinatın tüm seslerini” duyurma amacıyla yayın yapan Açık Radyo’nun karasal yayıncılık lisansı iptal edildi.
Köyünü, ormanını, merasını korumaya çalışan köylülerden güvenceli iş koşulları isteyen madencilere, kadına şiddeti protesto eden kadınlardan grev yapmaya çalışan işçilere kadar her türlü hak arayışı ve protesto eylemini terörizm ile ilişkilendiren bir iktidar dönemindeyiz.
Yine iktidarın son altı yıldır giderek merkezileşme, denge ve denetleme mekanizmalarını yok etme, güçler ayrılığı yerine tümüyle tekliği savunduğunu deneyimliyoruz. Kamuoyu tartışmasına bile açılmadan uygulamaya konan eğitim strateji ve politikalarından, hesap verebilirliğin ve şeffaflığın olmadığı, yargı kararlarının dikkate alınmadığı yönetim anlayışının ürettiği politikalara kadar bir dizi köklü değişimi yaşıyoruz.
Dolayısıyla iktidarın yeni bir açılımı ve hatta normalleşmeyi demokratikleşme, toplumsal esenlik perspektifinden bakacağına inanmak mümkün değil. Bu durumda başka gerekçelerin olması lazım.
O gerekçe de bana kalırsa aynı anda hem içeriye hem de dışarıya dönük iki ayrı hedeften besleniyor.
İçeriye dönük hedef iktidarın siyasette normalleşmeyi gerçekten isteyen taraf olduğu algısını yaratmak. İktidar gerçekten siyasette normalleşme ister mi? Hatta normalleşmeyi sağlar mı?
Ekonomik tufandan bir türlü çıkılamıyor. Yalnızca kur ve finans politikalarına yaslanan programla sağlanan suni sayısal dengelerin gerçekten denge sayılıp sayılmayacağı, sürdürülebilir olup olmadıkları ayrı bahis ama ekonominin yapısal olarak derin bir sıkışma içinde olduğu çok açık. Üstelik ekonomik söylemler ve vaatler inandırıcılığını yitirmiş durumda. Toplumun nasıl bir gündelik hayatı sürdürme sarmalına sıkıştığı her türlü veriden görülüyor.
Diğer yandan ülkenin uluslararası hangi endekse bakılırsa bakılsın geriye doğru gittiği, yapısal ve siyasal bir çöküşün içinde olduğumuz da biliniyor.
Yeni anayasa lafı ortaya atılıyor, peşinden daha kamuoyu bu vaade ikna olmadan iktidar ortakları, sözcüleri arasında bile tartışmanın harareti yükseliyor.
İktidarın önceliği siyasi gerilimi bir miktar düşürmek
Toplumsal şiddet sarmalına dair verileri geçen hafta paylaştım. Tüm meseleleri ve verileri bir arada anlamlandırmaya çalıştığımızda iktidarın toplumsal desteğini yitiriyor olduğunu görüyoruz. Toplum henüz yeni bir hikâyeye ikna olmuş gibi görünmese de gidişattan memnuniyetsizlik, çaresizlik her araştırmada anlaşılıyor.
Bu ekonomik ve siyasi iklimde toplumun hararetinin biraz düşürülmesi gerektiğini iktidar da görmüş olabilir. İktidarı oluşturan zihni koalisyonun içeriye öncelikli meselesi normalleşmeyi isteyen, meseleleri siyasi zemine çekmeye çalışan tarafın kendisi olduğu algısını vermek. İktidarın önceliği meseleleri siyasette uzlaşmalarla çözmek değil, siyasi gerilimi bir miktar düşürmek, meseleleri çözecek ve yönetecek gücün yine yalnızca kendisinde olduğu algısını vermek.
Siyasi zeminde CHP’nin normalleşme diye kodlanan yeni siyaset tarzı arayışları, araştırmalarda kalıcı olup olmadığı tartışılır olsa da yüzde 30’ları aşan oy oranları iktidarı yeni bir üsluba zorluyor. DEM Parti’nin yeni bir açılım temennisi ve umuduyla hızlı bir destek vaat edeceğini öngörmek zor değil. Dolayısıyla iktidar siyasetin psikolojik etkileri üzerinden bir hamle yapıyor.
Bu açılım tartışmalarının bugün gündeme gelmesindeki asıl amaç ülkeye değil dünyaya verilmek istenen mesaj. Yani açılımın asıl hedefi içeriye değil dışarıya dönük.
Asıl meselemiz, toplumsal esenlik, barış, adalet...
Dışarıya, Orta Doğu’da yaşananlara baktığımızda ise tablo daha da sorunlu. İsrail’in saldırganlığı küresel askeri ve siyasi egemenlik kavgasında Ukrayna’dan sonra yeni bir sahne açtı. Bu kez yalnızca siyasi egemenlik değil ekonomik egemenlik ve Batı ile Müslüman coğrafya arasındaki kültürel gerilimin tüm dinamikleri ve aktörleri de bir arada çalışıyor. Müslüman coğrafya ve Orta Doğu devletsizleşiyor. Gerek Batı’nın politika ve tercihleri gerek Müslüman coğrafyadaki hüküm süren otoriter yönetimler, toplumsal yoksulluk ve gerekse de teröre yaslanan Batı düşmanı siyasi hareketler ve örgütler karmaşasında toplumlar, ülkeler parçalanıyor.
Irak’tan, Suriye’den, Yemen’den sonra Filistin ve Lübnan parçalanıyor, devletsizleşiyor, toplumları savruluyor ve hatta yok oluyor. Şimdi Batı İsrail üzerinden İran’a göz dikmiş gibi görünüyor.
Öte yandan Türkiye Orta Doğu’da kendi senaryolarını ya geliştiremiyor ya da geliştirdiği senaryolar gerçekçi değil. Ama bir gerçek var ki o da Türkiye oyun kurucu olamasa da Türkiye’nin ikna olmadığı bir senaryo da hayata geçirilemiyor. Arayış sanki Batı’nın senaryoları ile Türkiye’deki iktidar arasında bir uzlaşma arayışları gibi görünüyor. İktidar ve devlet bölgedeki gelişmelerin Türkiye için risklerinin Batı ile bir biçimde uzlaşma ile bertaraf edilebileceğini ya da fırsatlarının bu uzlaşma ile mümkün olacağını düşünüyor. Ama bu uzlaşmanın bir unsurunun da Kürtlerle ilişkiye bağlı olacağını bölgenin gerçekliği gösteriyor.
Bu okuma anlamlıysa, iktidar kendisi henüz ortada olmasa da bir yeni açılım vaadiyle Batı ile uzlaşma yolu aramak amacında olabilir.
İster içeriye dönük ister dışarıya dönük hedefle de olsa yeni bir açılım sürecinin kamuoyunun bir kısmının hayalini kurduğu kapsamda olmasını beklemek gerçekçi değil. Eğer Türkiye bu meseleyi çözmeyi gerçekten istiyorsa önceki iki açılımda nelerin eksik veya yanlış yapıldığını yeniden sakince değerlendirmek durumunda. Toplumsallaştırılamayan her bir siyasi projenin hayat bulmadığını açılım süreçlerinin sonundaki hayal kırıklıklarıyla yaşandı. Toplumsallaşma ve büyük siyasi uzlaşmayı hedeflemeden açılım görünümlü ve yalnızca terörü bitirme hedefli süreç bir kez daha hayal kırıklığı vaat etmekten başka işe yaramaz. Hatta böyle bir süreçle kamuoyunun bir kısmının iddia ettiği gibi Kürtlerle uzlaşarak iktidarın ömrünü uzatacak fırsatları da yaratmaz.
Asıl meselemiz toplumsal esenlik, barış, adalet ve refaha paylaşarak ulaşmak. Ne yazık ki henüz o noktadan oldukça uzak bir yerdeyiz. İlhami Işık, namıdiğer Balıkçı’nın deyişiyle, “bu coğrafyada barış, savaşlardan daha zordur. Ve barıştan nefret etmenin alıcısı hep çok olmuştur. Savaş ganimettir, barış ise ahlak ve vicdandır.”
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.