Gelin bir siyasi aktöre bağlamadan son otuz kırk yıldır ne oldu bakalım. Bu otuz kırk yılda olan bitenin nedenlerinde elbette siyasi aktörlere ve siyasi kararlara bağlı birçok boyut var. Ama biricik açıklama da siyasi aktörler ve kararlar değil. Hatta biricik açıklama iç dinamikler de değil. Dış dünyada olanlar doğrudan ülkeyi ve toplumu etkiledi.
Ülkede büyük bir içgöç yaşandı ve otuz yılda 27 milyon yetişkin insan doğduğu yerden ayrılıp başka bir hayata aktı. Sanayileşmenin başlangıcında, 50’lerde 60’larda ilk dalgalarla gelenler kendi tutum ve tercihlerini kente uydurmaya, kendilerini değiştirmeye gönüllüydüler.
Genellikle göçe ve sonuçlarına göç edenlerin üzerinden bakıyoruz. Sonucu belirleyen şey ise tek başına göç edenler olmadı. Göçün ürettiği sonuçlarda göç edenler kadar göçü karşılayanların da davranışları belirleyici oldu.
İlk zamanlarda yerleşikler göç edenleri “yeni kentliler” olarak değil “geçici kentliler” gibi algıladı. Sandılar ki gecekondu diye adlandırılan yeni bir mahalde yaşamaya devam edecekler, kentin merkezî hayatına dâhil olmayacaklar. Yerleşikler kentli hayat pratiklerine ve davranış kodlarına yabancı bu insanları hep yabancı kalmaları gerektiğine, gelenekleri, örfleri, âdetleri ve inanç seviyeleri nedeniyle zaten kentli olamayacaklarına hükmettiler. Ve bu hükme göre de davrandılar, yabancıladılar, içlerine almaya gönüllü olmadılar.
Gelenlerin daha iyi bir hayat taleplerinin, hayatın meşakkatine, kentlilerin içlerine almaya gönülsüzlüklerine direnme güçlerinin ne denli büyük olduğu algılanamadı.
Karşılaşma tanışmayı değil çatışmayı getirdi
Yeni gelenlerle yerleşiklerin ilişkisi ve etkileşimi hayatın getirdiği ve gerektirdiğinden daha düşük düzeyde gerçekleşti. Yeni gelenlerin yeni davranış ve düşünme biçimlerini geliştirmeye de katkıda bulunacakları dikkate alınmadı. Yeni gelenler çoğaldıkça, yerleşikleri sayıca aşmaya başladıkça önce yabancılaştırıldı, sonra öcüleştirildi, giderek yerleşik hayatı tehdit eden yeni işgal güçleri gibi görülmeye başlandı.
Bu düşük seviyeli ilişki yalnızca iki tarafın psikolojilerinden ve algılarından üremedi. Aynı zamanda Cumhuriyet’in modernleşme, Batılılaşma modeline uygun olan ve olmayan iki kesim karşılaştığı için siyasi bir içerik de kazandı. Hem siyasi bakış hem algılar ve psikolojiler birbirini tetikler, birbirini çoğaltır hâle dönüştü.
Yerleşiklere göre “köylülerdi”, “cahillerdi”, “uygar olmayanlardı”. Oysa onlar kalabalıktılar, umutlu ve tutkuluydular, direngen ve mücadeleciydiler, kendilerine ait bir değer ve inanç dünyaları vardı. Vazgeçmeye de hiç mi hiç niyetleri yoktu.
Karşılaştıkları direnç siyasi anlamlar da yüklenerek meşrulaştırıldıkça hayal ettikleri hayal olmaktan çıkıp “esirgenenler”, “ulaşmasına, sahip olmasına engel olunanlar” hâline dönüştü.
Hayal ettiklerine, esirgenenlere ulaşmak için ya kendilerini içselleştirmeye gönüllü olmayan kentli hayata sızacaklardı ya zor kullanacaklardı ya da kendileri alternatif bir hayat kuracaklardı.
Gündelik hayatın içinde yavaş, yavaş alternatif bir hayat oluştu. Ne doğulu ne de batılı, ne modern ne de geleneksel olarak kolayca kodlanacak bir sentez ortaya çıktı. Yüz elli yıldır süren, özünde Batılılaşmayı hedefleyen modernleşme projesi ile bu toprakların kültürünün ve inançlarının manevi kodları iç içe geçti ve yeni bir hayat oluştu.
Yeni hayatın yeni ütopyası
Bu büyük hikâyenin en önemli eksiği ülke için bir siyasi vizyondu. Ülke bu büyük hikâyeyi siyaseten yönetilmeyen bir süreçle yaşadı. Dünya çağ atlarken, ülke göçle bambaşka yeni meselelerle karşılaşırken siyaset yeni bir vizyon üretip toplumun önüne koyamadı. Bu siyasi vizyon eksikliği devleti, yönetim sistemini, hukuku, eğitimi ve diğer tüm siyasal kurumları eski zihniyetleri, kurum ve kurallarıyla var olma fırsatı verdiler.
Dünyada teknolojik hamle olarak başlayan bilişim, iletişim, ulaşımdaki değişiklikler doğrudan hayatın bütününü etkiler hâle geldi. Giderek gündelik hayatın ritmi ve zihin haritalarımız değişti.
Ortak bir ütopya olmadığı için de hem yerleşikler hem de yeni kentliler kendilerini güvensiz bir zeminde hissetmeye başladılar. Giderek “biz” duygusu parçalandı.
Umut ve değişim arzusu, korkular ve öfkelerle harmanlanmaya başladı. Artık herkesin canını sıkan birileri var. Herkesin kendinden farklı olduğu için kendine, kimliğine, hayat tarzına, inancına, tercihlerine tehdit olarak gördüğü birileri var.
Bu yeni hayat çok hızlı, çok aktörlü, çok boyutlu ve bu nedenden dolayı daha karmaşık. Üstelik duygular da karışık.
Bu durum geçiş dönemi mi yoksa kalıcı bir durum mu olacak? Yeni hayatın yeni ütopyasını üretebilecek, yeni kurum ve kurallarını oluşturabilecek miyiz?
Bu hikâyedeki “göç edenleri” değiştirip Kürtler olarak da okuyabilirsiniz. Kürt meselesi hem devasa bir mesele hem de ülkedeki tüm problemleri içinde barındıran bir prototip. O nedenle eski hayatın tüm hastalıklı hâllerinin fotoğrafı olan Kürt meselesini ve geldiği yeni aşamayı ele alış biçimimiz yeni hayata dair ipuçlarını da verecek.
(T24 / Taraf - 14 Mart 2013)