Bekir Ağırdır

14 Mayıs 2009

Deprem dilekçeyle gelmez

Mardin’de yaşanan katliamla ilgili bir haftadır, koruculuk, bölgedeki feodalite gibi meseleler üzerinden konuşuyor, tartışıyoruz..

Mardin’de yaşanan katliamla ilgili bir haftadır, genellikle de katliama giden yolun başlangıcı olarak koruculuk, bölgedeki feodalite gibi meseleler üzerinden konuşuyor, tartışıyoruz.. Belki de meseleyi Kürt yurttaşlarla, korucularla ve Mardin ile ilgili kısımları dışında ve bu sınırlardan kurtularak, daha genel olarak anlamaya çalışmamız gerek.
Şiddetin, silahlı şiddetin, topluca öldürmenin seçenek olarak düşünülebilmesini, gerçekliğe dönüşmesini sağlayan, en azından kolaylaştıran, ister töre deyin, ister Kürt sorunu, korucular meselesi deyin, ister namus meselesi ya da ekonomik çıkar deyin ama daha derin başka bir şeyler var. Giderek her türlü şiddeti meselelerimizin çözümünde meşru bir araç olarak görme, kullanma halinde artış var. Çünkü bunu besleyen somut koşullar, sapıkça da olsa fikri zemin ve toplumsal psikoloji var. Bu nedenle de ben Mardin katliamını yaklaşmakta olan vahim bir riskin alarmı olarak görüyorum.
Silah sayıları alarm veriyor
Türkiye’de ruhsatlı silah sayısı 2007 verilerine göre 601 bin. Bunların 284 bini taşıma ruhsatlı. Yani her gün trafikte karşılaştığımız araçların 284 bininin torpido gözünde ya da sürücüsünün belinde silah var. Ruhsatsız, kaçak olanlarını saymıyoruz bile. Ya da orada burada ortaya çıkan cephaneliklerin, balıkçı ağlarına takılanların dışındaki sayılarını bilmiyoruz ama en azından silahların niteliklerinden hangi risk potansiyellerini taşıdıkları açık. İstanbul Emniyet Müdürlüğünün suç verilerine göre silahla işlenen suçlarda % 57 artış var.
TBMM Araştırma Komisyonunun 26 bin lise öğrencisiyle yapılan anketine göre, 18 yaşına gelmemiş bu öğrencilerin % 9’u okula bıçak ve benzeri bir kesici aletle, % 6’sı silahla geliyor.
Yani araç olarak ihtiyaç duyduğunuz anda bu ülkede yeterince silah var ve hızla da artıyor.
Şiddet gündelik hayatımızın bir parçası haline dönüşüyor. Daha dün gecekondusu yıkılan bir kişi, hem de inşa ettiğinin yasal olmadığını bildiği halde yıkıma gelenlerden vinç operatörünü vuruyor. Otobüste hem de üniversiteli bir öğrenci yanındaki yolcuyu horladığı gerekçesiyle bıçaklıyor. Tüm bunlara giden yol toplumu sarmış olan manevi şiddetin dili. Manevi şiddet bu kadar yayılınca bunun eyleme dönüşmesi artık an meselesi.
Sorunlarla baş etmenin yolu olarak manevi şiddet
Siyasete bakın, Salı günleri hepimizin naklen izlediği liderlerin hem de Meclis çatısı altındaki konuşmalarını dinleyin. Ya da ekranlardaki entelektüel ve aydın oldukları varsayılan kanaat önderlerinin tartışmalarına bakın. Bu ülkenin en eğitimli kesimi olduğu varsayılan internet kullanıcılarının haber portallarındaki yazdıkları yorumları okuyun. Anlı şanlı üniversitelerimizin sanal gruplarında elektronik postalarda yazılanlara bakın. Tüm bunlarda ortak bir üslup var. Manevi şiddetin yoğunluğu! Beğenilmeyen her görüşün sahibine satılmışlıktan, hainlikten başlayan suçlamaları, gününü göstereceğiz diyen tehditleri her gün her yerde görüyoruz, okuyoruz.
Hrant öldürüldükten sonra bile utanmazca yazılabilenlere, hatta katillerin mahkemeyi bir sahneye çevirebilme cüretkârlığına baktığınız zaman siyasi gerekçelerle de olsa şiddetin nasıl gündelik hayatın bir parçası olarak kanıksanmakta, kullanılmakta olduğunu görüyoruz.
Asıl önemlisi kadın meseleleriyle ilgili hemen her araştırmada, hatta araştırmaya gerek kalmaksızın her birimizin, hemen, yakın çevremizde bile kadınlara yönelik maddi en azından manevi şiddetin nasıl artmakta olduğunu, gelenekler-ahlaki talepler ya da maçoluk- kadınına sahip çıkmak kılıflarıyla ve gerekçeleriyle de bu şiddetin nasıl meşrulaştırıldığını gözlüyoruz.
Her gün şiddet kullanmanın rasyonel gerekçelerinin ne kadar bilgece kurulduğunu, siyasi-toplumsal-kültürel farklılıkların nasıl şiddetle yok edilmesi gerektiğini, farklı fikirlere tahammülsüzlüğün meşrulaştırıldığı teorileri medyada köşe yazısı kılıfıyla bolca okuyoruz.
Umutsuzluk artıyor
Çözülemeyen, baş edilemeyen ve hatta anlaşılamayan her meseleyi şiddetle baş etmek hali bir toplumun aydınlarında, medyasında, siyasetinde bu kadar yayılırken, sade vatandaşların yaptıklarını yalnızca üçüncü sayfa haberleri sanmak bize özgü olsa gerek.
Bunların ötesinde siyaset zemininde başlamış ve toplumsal-kültürel zemine doğru çevrilmiş ve hala da sürerek artmakta olan kutuplaşma da tüm bu ruh haline zemin sağlıyor.
Bunlara zemin sağlayan bir başka alan da toplumu sarmakta olan umutsuzluk ve kötümserlikten beslenen ruh hali. Bizim araştırmalarımız gösteriyor ki, varoşlarda yaşayan 12 milyon insan ülkenin en umutsuzları, en korkanları ama asıl vahimi de metropollerin içinde köy değerleri, köy gündelik hayat ritmi ve olanaklarıyla yaşıyorlar. Bu insanlar hukuka, sisteme ve devlete güvenlerini giderek kaybediyor. Yine KONDA araştırmasına göre toplumun yarıya yakını sorunlarının çözümünde var olan siyasi aktörlerden umutlu değil.
Tüm bunlara bakarak, yaşanan katliamın yarın İstanbul’un her hangi bir yerinde, gerekçesi ister park kavgası ister kız kavgası ister siyasi olsun her an yaşanabileceğini bilmemiz gerek.
Deprem olmadan önce izin istemek için dilekçe yazmıyor ne yazık ki. Çünkü deprem dilekçeyle gelmiyor!