Çevremizde değişen bir şeyler var. Ellerimizle tutamadığımız, gözlerimizle göremediğimiz ama hissettiğimiz, bildiklerimizle açıklayamadığımız, bazen korkmamıza yol açan, bazen umutlandıran; çoğu zaman ne olduğunu bilmediğimiz için adını koyamadığımız, bu yüzden huzursuzluğumuzu, tedirginliğimizi çoğaltan bir şeyler.
Son elli yıldır yaşanan ve genel olarak adına bilgi toplumu ya da “bilgi çağı” denen çağ değişimi beklerken küresel ara buzul dönemde takılı kaldık.
Etrafımızda karmaşıklık ve belirsizlik, kişisel duygu dünyamızda bir yandan iyimserlik bir yandan tedirginlik var. Umutlanmaya ihtiyacımız var ama kime, neye güvenerek umutlanacağız onu da göremiyoruz.
Charles Dickens’ın Fransız Devrimi’nin yarattığı atmosferi anlattığı romanı İki Şehrin Hikâyesi harika bir paragrafla başlar: “Gelmiş geçmiş en iyi günlerdi, gelmiş geçmiş en kötü günlerdi; hem bilgelik çağıydı, hem aptallık; hem inancın devriydi, hem şüpheciliğin; hem Aydınlık hem Karanlık bir mevsimdi; umudun baharı, umutsuzluğun kışıydı; hem her şeyimiz vardı hem hiçbir şeyimiz yoktu; hepimiz ya doğruca Cennet’e gidecektik ya da tam aksi istikamete – özetle; şu an içinde bulunduğumuz döneme öyle benzer bir dönemdi ki dönemin, sesi en çok çıkan otoriteleri bu günler hakkında – olumlu anlamda da olumsuz anlamda da- ancak ve ancak ‘en’ sözcüğü kullanılarak konuşulabileceğini iddia ediyorlardı.”
Olmaz dediğimiz işler oluyor
Charles Dickens’ın iki yüz yıl önce yazdığı bu paragraf bugünü de anlatıyor. Afallamış durumdayız. Olmaz dediğimiz işler her gün, her yerde oluyor.
Festivaller, konserler iptal ediliyor, yasaklanıyor. Neymiş, bir dernek şikâyetçi olmuş, kamu otoritesi de uygun görüp yasaklamış. Neşeye, müziğe, mutluluğa düşman birçok uygulama.
Bilim insanları beklenen büyük depreme dair her gün uyarıyor. Yine bu hafta İzmir ve Ege’deki depremlerden sonra uyardılar. Ama merkeziyle yereliyle kamu otoritesinden hiçbir tepki, aksiyon yok.
Bir örgüt lideri her gün birilerini suçlarken, itiraflarda bulunuyor. Devletin, bürokrasinin, güvenlik güçlerinin ne denli kayıt dışı işlerin içinde olduğunu öğreniyoruz. Hiçbir yargı insanı ne oluyor demiyor.
Kayıt dışı demişken, Merkez Bankası bilançosunda kayıt dışı girişlerin de çıkışların da (teorideki adı ‘net hata, noksan’mış) ne kadar büyüdüğünü uzmanlar sayılarla anlatıyor. Hiçbir yetkili açıklama zahmetine girmiyor. Bir de örtülü ödenek harcamaları rekor kırmış yine.
Bir belediye başkanı ‘İktidar değişirse iç savaş çıkaracaklar var’ diyor. Bu sözlere şaşırmıyoruz da artık. Anlaşılan Doğulu, Batılı, Kuzeyli, Güneyli gizli servislerin de çetelerin de fink attığı ülke haline gelmişiz. Geri kalmış ülke diktatörlerinin, oligarkların, ülkelerini soyanların paralarının, altınlarının, yatlarının, katlarının burada olduğu bir ülke olmuşuz. Üstelik gelsinler, paralarını da getirsinler diye kırmızı halılarla karşılayıp, saraylarda ağırlıyoruz onları.
Kadınları katledenlerin videolarla caniliklerini anlatabildiği, katillerinin bile utanmasının kalmadığı bir ülke olmuşuz.
Adrese teslim ihaleleri, kamu arazileri tahsisleri alanların yargı kararlarını bile dinlemeden memleketin havasına, suyuna, toprağına acımasızca, utanmazca saldırdıkları bir ülke olmuşuz.
Örgütlü kötülükle karşı karşıyayız sanki. Etrafımızda her gün irili, ufaklı siyasi veya ekonomik, büyük ya da gündelik hayatın küçük detaylarında yüzlerce paçozluk, lümpenlik, saldırganlık, hukuk dışı güç gösterisiyle karşı karşıyayız.
Devletin, iktidarın bahanesi hep aynı
Futbol yorumcuları gibi, her bir pozisyon için, geri al ileri al, yorum yapabilen birisi değilim. Aynı konu etrafında tekrar şehvetli cümleler kurabilen birisi de değilim. Bu konuda beceriksiz olduğumu kabul ediyorum. Bu yazıyı yazmadan sevgili yayın yönetmenim Tayfun’a telefon açtım. Ne yazayım diye sordum. Sonra fark ettim ki aslında beceriksizlikten çok duyarsızlaşma hali var belki.
Sonra dahil olduğum bir sosyal medya grubundaki bu haftanın tartışması dikkatimi çekti. Yine herkesi yerinden hoplatacak denli bir saldırganlığı, bu saldırganlığa yargı ve güvenlik güçlerinin kayıtsızlığına karşı imza kampanyası yapıp yapmama meselesiydi. Bir çoğumuz bu türden kampanyaları aynı isimlerin imzaladığı, imza sayısının yeterli olmadığı, birkaç internet medyası dışında haber olamadığı, kamuoyunun da ilgisini çekmediğini düşünüyoruz. Öte yandan birçoğumuz da dilsizleşmekten, sessizleşmekten, duyarsızlaşmaktan kaçınmak, biz de varız demek için gerekli olduğuna inanıyoruz.
Şunu biliyoruz bu topraklarda “devletin bekası”, “olağanüstü koşullar”, “dış güçler” söylemi her şeyin örtüsü ve gerekçesi oldu hep. Aslında bu söylem aynı zamanda bu topraklarda devletin, egemen gücün ve iktidarların hep kullandığı bahanelerdi. Çünkü bu bahaneye sığınılarak hep değişim ertelendi, aksine değişmesi gereken zihniyet, kurum ve kurallar daha da güçlendi.
Devletin bekası, olağanüstü koşullar gerekçesi ve devletin, iktidarların körüklediği korkular beraberce bir başka amaç için kullanıldı asıl. Toplumun olağanüstü yöntemlere de merkezileşmeye ve otoriterleşmeye de razı edilmesinin politik aracı oldu bu durum.
Örneğin Kürt meselesi. Meseleyi şöyle de tanımlamak mümkün. Kürt meselesi, Türklerin kendi haklarından vazgeçmeye razı edildiklerinin toplamıdır bir bakıma. Kürt meselesinin yarattığı olağanüstü koşullar ve tedbirler gerekçesiyle, bölünme paranoyası da kullanılarak Türkler ve tüm bir toplum nelere razı edildi? Yönetime katılma hakkından, devletin demokratikleşmesi talebinden, insan hak ve özgürlüklerinden, düşünme ve ifade özgürlüğünden, örgütlenme özgürlüğünden kendi rızasıyla vazgeçmeye mecbur kaldı toplum.
Örneğin darbeler. Darbeler öncesi öyle bir ortam yaratıldı ki, toplum var olan sistemin tıkandığı, siyasetin bu tıkanmaya çözüm üretemediği gibi bizatihi nedeni olduğu, bu tıkanıklığın ürettiği paranoyaların ne denli yakın tehlike olduğu algı ve duygusuna kapıldı. Hatırlayın 12 Eylül sabahını ya da 28 Şubat dönemini, toplumun önemlice büyüklükteki kesimleri o darbelere bile razı hale gelmişti, getirilmişti.
Bu toplum ‘onurlu hayatın’ peşinde
Şimdi de ekonomik tufanın olmadığına, devletin kayıt dışı siyasi ve ekonomik faaliyetinin gerekli olduğuna, Suriye operasyonunun kaçınılmaz olduğuna, dünyanın Türkiye’nin düşmanı olduğuna, başkaca hiçbir siyasi figürün ülkeyi yönetme mahareti olmadığına, tüm muhalif ses ve sözlerin Batılı gizli servislerin organizasyonu olduğuna inanmamızı ve razı olmamızı istiyorlar.
“Zaten bu toplumun da sessiz, örgütsüz hatta olan bitenlere suç ortağı” olduğu gibi bir kanaate de inanmamızı istiyorlar. “Seçim de olmayabilir, kaybederlerse bırakmayabilir” umutsuzluğuna teslim olmamızı istiyorlar.
Bu ruh hali giderek günleri, akılları, gönülleri esir alıyor. Sonra bir köy pazarındaki satıcı, otoyoldaki benzincideki bir pompacı, evde yaptığı salçayı satmaya çalışan bir köylü öyle bir şey söylüyor ki kendinize geliyor, silkinmek zorunda kalıyorsunuz.
Bu memleketin insanlarının çok büyük çoğunluğunun ne kadar güçlü bir arzu ve gayretle iyi olmanın, onurlu hayatın peşinde olduklarını görüyorsunuz. Olan biteni gördüklerini, anladıklarını, kendilerince anlamlandırdıklarını anlıyorsunuz.
Yeni bir hikâye bekleyişinin, umutlanma ihtiyacının ne denli güçlü biçimde var olduğunu görüyorsunuz. Bu memleketin insanlarının daha iyiyi başarabileceklerini, daha iyiyi de hak ettiklerini kavrıyorsunuz.
Yeter ki korkulara teslim olmayalım
Aylin Balboa’nın “Bu hikâye senden uzun Osman” öykü kitabında bir anlatısı var: “İran Şahı mı Hint İmparatoru mu ne işte, Asya’da bir yerlerde biri sadrazamına demiş ki, bana kederli olduğumda sevineceğim, sevinçli olduğumda kederleneceğim bir cümle yaz. Sadrazam da bir şey yazmış işte: Bu vakit geçip gidecek.”
Evet, bu vakit de geçip gidecek. Yeter ki korkulara teslim olmayalım. Korkularımızı çoğaltmak, ölümü normalleştirmek, sıradanlaştırmak istiyorlar. Sokağa çıkmayalım, metrolara, metrobüslere binmeyelim, çarşılara gitmeyelim, korkulara teslim olalım istiyorlar. Protesto etmeyelim, itiraz etmeyelim istiyorlar.
Razı olalım istiyorlar. Can güvenliğimiz için özgürlüklerimizden vazgeçelim, sıkı düzene razı olalım istiyorlar.
Korkutmayı, toplumu bir şeylere razı etme politikası olarak korkuyu kullanmayı en iyi bu topraklar biliyor. Defalarca yaşadık. Son elli, altmış yılda bile defalarca yaşadık.
Farklılıklarımızla bir arada yaşamak yerine farklılıklarımız üzerinden kutuplaştık önce. Siyaset yapanı, siyasete niyetleneni, sivil toplumcusu, entelektüeli, okuyanı, çizeni bu tuzağa düştük önce. Birbirimizden korkar olduk. Ayrı hayaletler, hortlaklar, öcüler yarattık ötekileri korkutalım diye. Sonra kendimiz onlardan korkar olduk.
Kutuplaştıkça birbirimizle teması, ilişkiyi, iletişimi kestik. İçimize kapandıkça yalnızlaştık. Yalnızlaştıkça korktuk. Duvarlar ördük kendimizi, kimliğimizi koruyacağımızı sanarak. Ördüğümüz duvarlar kendimizi hapsetti. Ortak geçmişi hatırlamayı, ortak geleceği hayal etmeyi reddettik.
İnadına siyaset inadına hayat
Bu kör sokaktan çıkış var. Mademki korkulara teslim olmamız isteniyor, inadına siyaset, inadına hayat demeliyiz. Kutuplaşmaya, kutuplaşmamızı isteyenlere inat, birbirimizin acılarını, korkularını anlamaya çalışmalıyız. Birbirimizle konuşmalıyız, birbirimizi dinlemeliyiz. Korkuları, paranoyaları çoğaltmaya çalışanlara inat umudu, ilişkiyi, diyaloğu çoğaltmalıyız.
Yarınımıza sahip çıkmanın yolu, geleceğimize sahip çıkmaktır. Ve elbette bu toprakların insanlarına, seküleriyle-muhafazakârıyla-Kürt’üyle kimliklerine, dillerine, tercihlerine, oylarına, ihtiyaçlarına, taleplerine saygı duymaktır.
Yarın aynadaki kişiden utanmamak istiyorsak bir şeyler yapmamız gerek.
Dünya siyasal egemenlik savaşını, ekonomik bölüşüm kavgalarını ve kültürel gerilimleri bir arada yaşıyor. Batı’nın siyasal, ekonomik, kültürel hegemonyası sarsılırken yeni dengelere ve olması gerekene dair bir ütopya ve savunucusu siyasetler yok elimizde. Üstelik bu gerilimler bir yandan popülist liderler, popülist, keyfi, otokrat yönetimler, güçlenerek sahneye geri dönen ulus devletlerle karşılıklı olarak birbirlerini çoğaltarak yaşanıyor.
Türkiye bu küresel karmaşanın hem sahnesi hem de öznesi. O nedenle yaşanan küresel karmaşa bizi daha yoğun biçimde etkiliyor. Yönetimin de siyasalın da ekonomik sistem ve yapının da omurgası kırılmış durumda. Geleceğimiz önündeki gelecek seçimin riski de fırsatı da burada. Bir kez daha dünyaya ilham verecek bir değişimi, kaos ve karmaşa olmadan, büyük toplumsal uzlaşma ve rıza ile üretebiliriz. Bunun için de ön şart korkulara, endişelere, tedirginliğe teslim olmadan umudu inşa ederek, toplumun önüne umudu koymaktır.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı