Bekir Ağırdır

05 Haziran 2023

Bekir Ağırdır: 27 milyon seçmen Kılıçdaroğlu ve muhalefet aktörlerinin değişimi başaracaklarına inanmadı

Muhalefeti tartışmayı ileriye bırakarak ve keskin hükümler yerine seçim değerlendirmesini daha serinkanlı bir yerden yapmak amacıyla bazı noktalara dikkat çekmek isterim

Seçim süreci bitti ve muhalefet kaybetti. Muhalefet aktörlerinin içten bir muhasebe yapmadan ve 27 milyon seçmeni suçlayarak kendini temize çekemeyeceğini düşünüyorum.

Ezberlerin meseleyi açıklayacağını düşünmüyorum. Seçmenin üçte ikisinin sağcı, üçte birinin solcu olduğu ya da dindarlığın yüksek olduğu açıklamaları yetersiz kalıyor. Çünkü bu ayrımlar hep vardı, seçim sürecinden öncesinde de biliniyordu. Muhalefet seçmenin siyasi tercihini etkileyecek, hatta belirleyecek temel dürtüleri değiştirtemediyse kabahat seçmende değil.

27 milyon seçmen Kılıçdaroğlu’nun ve muhalefet aktörlerinin değişimi başaracaklarına inanmadı. Zaten muhalefet de değişim vaat etmedi, ekonomik buhranın iktidarı kaybettireceğine yaslanarak son iki aya kadar yapması gerekenleri yapmadı.

Muhalefetin bir siyasal stratejisi ve bundan vücut bulan iletişim stratejisi yoktu. Seçmenin ekonomik ihtiyaç ve talepleri kadar siyasal reformlar konusunda da talepleri olacağına inanılmadı. İktidarın da muhalefetin de seçmenin siyasal reformlar beklentisini dikkate almayan ve yalnızca ekonomik vaatlere ve korkutmalara yaslanan kampanyaları ile seçmen iki korku arasına sıkıştırılmış oldu.

Önümüzde muhalefetteki her bir partinin içlerinde daha derin tartışma ve gerilimler yaşanacağını, muhalefetin yaptıkları yapamadıklarının konuşulacağı çok zaman var. Tartışılmalıdır da.

Öncelikle Türkiye toplumu, siyaseti, seçim süreçleriyle bir vaka analiz laboratuvarı. Akademik dünyada özgün bilgi, tez ve teoriler geliştirmek için müthiş bir fırsat alanı. Ne yazık ki akademisyenlerin çoğunluğu bilgi üretmek yerine siyaset yapmayı ve siyasi pozisyonlarından konuşmayı tercih ettikleri için özgün yaklaşım ve analizleri bir avuç akademisyenden izleyebiliyoruz.

Muhalefeti tartışmayı ileriye bırakarak ve keskin hükümler yerine seçim değerlendirmesini daha serinkanlı bir yerden yapmak amacıyla bazı noktalara dikkat çekmek isterim.

Üç Türkiye fotoğrafı bir kez daha karşımızda

Seçim akşamları son on yıldır karşımızda olan renkli siyasi Türkiye haritası kendisini tekrarlıyor, bu kez de tekrarladı. Bu fotoğraf yalnızca seçimlerde kazananları ya da kaybedenleri göstermiyor aslında. Tarihsel ya da güncel, ekonomik ya da siyasal hangi konu ve sorunlara odaklansak hepsinin kökeninde ya da açıklamasında aynı noktaya geliyoruz: Türkiye’de de üç farklı Türkiye var aslında. Siyasi, sosyolojik, ekonomik, kültürel kimlikleri ve dokuları da dinamikleri, aktörleri, ihtiyaçları, talepleri de farklı üç Türkiye.

Bu üç siyasi coğrafyanın siyasi kutuplaşma ekseninde "AK Parti yandaşlığı ve karşıtlığını" da aşan ve artık "Erdoğan yandaşlığı ve karşıtlığı" şekline dönüşmüş olan iki bloka ayrıştığını ve siyasi örüntüyü bu eksenin açıkladığını düşünmek mümkün.

Siyasi rekabet üzerinden bakarsak üç farklı örüntüde üç farklı siyasi rekabet var. Bir kümede AK Parti ile HDP, bir kümede AK Parti ile CHP, diğer bir kümede ise neredeyse AK Parti tek başına.

Üç farklı Türkiye’nin yalnızca siyasi coğrafyadan ibaret olmayan farklı karakteristikleri de var. Kentleşme üzerinden bakarsanız Batı’daki bölge kentleşmiş hatta metropolleşmiş olan yerler. Ortadaki bölgeler kentleşmeye hâlâ çalışan yerler. Doğu ve Güneydoğu ise hızla büyük kentlere akının olduğu ama hâlâ ne kadar kentleşti ne kadar metropolleşti diye adını bile koyamadığımız bir yoğun hareketliliğin yaşandığı bölge.

Sosyolojik olarak bakarsanız, Batı’daki bölge (bir bakıma Marmara, Ege, Akdeniz ve Orta Anadolu’nun batısı) hayat tarzının daha kentli hayat tarzına döndüğü, gündelik hayatta sekülerliğin artık var olduğu coğrafya. Orta Anadolu’nun doğusu ve Karadeniz’den oluşan geniş coğrafya muhafazakâr hayat tarzının ve değerlerinin hâkim olduğu, Doğu ve Güneydoğu ise Kürtlerin ağırlıkta ve kimlik talebinin hâkim olduğu bir coğrafya.

Ekonomik olarak bakarsanız, Batı bölgeleri Türkiye’nin gayrisafi milli hasılasının yüzde 69’unu üreten yerler, yani ekonomik olarak kendi ekonomik aktörleri ve dinamikleri yeterince güçlenmiş, artık devletten ihtiyacının, talebinin daha çok hukuk gibi, özgürlük gibi hayat kalitesine dair olduğu yerler. Orta Anadolu ve Karadeniz ise hâlâ ekonomik aktörleri ve dinamikleri yeterince güçlenmemiş olan, o nedenle devletin yapacağı her yol, hastane, baraj inşaatına talebinin hâlâ yüksek olduğu, hâlâ çocuğuna istihdam için devletin yatırımlarına ihtiyaç duyan, yani kalkınmaya çabalayan coğrafya. Doğu ve Güneydoğu ise ekonomik bakımdan oldukça geri kalmış, ekonomik aktörleri ve dinamikleri neredeyse oluşmamış coğrafya. İster kültürel olandan ister ekonomik olandan ya da sosyolojiden bakalım, karşımızda üç Türkiye var ve bu karakteristik seçim sonuçlarında da kendisini gösteriyor.

Benzer bir istatistiki analizi eğitim durumu, hayat tarzı tercihi, dindarlık seviyesi, hane geliri, etnik köken, çalışma durumu gibi demografik verilerden yola çıkarak yaptığımızda da karşımızda muhafazakârlar, sekülerler ve Kürtler şeklinde yine üç Türkiye fotoğrafı karşımıza geliyor. Sosyoekonomik bakımdan görece gelişmiş modernlerin, sosyoekonomik seviyesi görece geride olan muhafazakarların ve Kürtlerin oluşturduğu üç Türkiye görüntüsü kendini tekrarlıyor.

İki temel sıkışma alanı, kadın ve Kürt meselesi

Ama ilginç olan şudur; ister siyasi coğrafya, ister demografik ve sosyolojik profil, istersek de ekonomik gelişmişlikten bakalım, birbirini tekrarlayan ve üst üste denk gelen üç Türkiye fotoğrafı değişmiyor. Dolayısıyla karşı karşıya olduğumuz tablo, yalnızca kimliklere sıkışmanın, kutuplaşmanın ya da farklı ihtiyaçların ürettiği siyasi dağılımın yanı sıra sosyolojik, ekonomik, kültürel, tarihsel bir meseleyle de meşgul olduğumuzdur.

Bir diğer önemli dinamik, ülkenin iki temel konuda sıkışmışlığına dair. Birisi devletin demokratikleştirilerek yeniden inşası. Güçler ayrılığının, denge ve denetleme mekanizmalarının oluşturulduğu, yerel yönetimlerin ve katılımcılığın güçlendirilerek, standartları ve kuralları koyan ve denetleyen "etkin devletin" inşası. Bu ihtiyacın önündeki en önemli zihni ve duygusal engel Kürt meselesi. Ülke bu duygusal ve zihni eşiği aşamadığı için de demokratikleşme olamıyor çünkü kaygılar, vehimler ağır basıyor.

Diğer sıkışma alanı toplumsal dönüşüm, hukukun üstünlüğüne inancın ve ortak yaşama iradesinin güçlendiği, farklılıklara saygı anlayışının yaygınlaştığı, kimliklere sıkışma ve kutuplaşmaların en aza indiği bir toplum. Toplumsal değişimin önündeki en önemli zihni ve duygusal engel de toplumsal cinsiyet eşitliği meselesi. Kadınına, kızına tanımadığı özgürlük, eşitlik ve adalet alanı sağlanmadıkça demokratik ve çoğulcu bir topluma doğru dönüşüm ağır aksak yürüyor.

Halbuki toplumda bu iki konuda da farkındalık yükseliyor. İster ekonomik mecburiyetten ister sınıfsal farkındalığın yükselişinden ya da gecikmiş modernleşmenin ürettiği gündelik hayat pratiklerinden dolayı zihni dönüşüm yaşanıyor. Ama duygusal eşikler hala bu dönüşümün hız ve yoğunluğunun belirleyicisi.

Bu iki sıkışma alanı aynı zamanda iktidarı oluşturan zihni koalisyonun da kendileri açısından başarılı biçimde manipüle ettiği alan. İktidar koalisyonunun bir kanadı toplumsal dönüşümü ahlaki bir örtü ile kapatıyor. Koalisyonun diğer kanadı da demokratikleşmeyi, hak ve özgürlükler meselesini terör örtüsünün altına sıkıştırıyor.

Seçmenin arasındaki farklılıkları ne olursa olsun hayata dair beklentileri ekonomiden şekilleniyor ama kaygıları, korkuları kültürel kimliğinden şekilleniyor ve farklılaşıyor. Bu nedenle iktidar da muhalefet de ekonomik vaatlere yüklendikçe siyasi tercihlerde farklılık oluşmuyor. İktidar muhafazakarların ahlaki kaygılarını, milliyetçilerin ve Türklerin güvenlik kaygılarını korkulara çevirmeyi ve güçlü devlet, istikrarlı yönetim gerekliliğini 27 milyon insana anlatıyor ve ikna ediyor.

Seçmene ortak hayatta güven ve istikrar gerekliliği ahlaki kaygılar ve asayiş, güvenlik ihtiyacı üzerinden anlatılıyor.

Erdoğan ve seçmeni

Bunlar seçim öncesinde de bilinmeyenler değildi. Ama muhalefet bu iki kaygı ve korku siyasetini aşacak umudu ve yeni bir ortak gelecek hayalini anlatamadı.

Elbette bu ikna sürecinde Erdoğan faktörü var. Erdoğan’ın seçmeniyle kurduğu güven ilişkisi karşılıklı. Erdoğan onlara güvendiğini, onlardan birisi olarak, diliyle, hareketleriyle, yaptıklarıyla gösteriyor. Seçmeni de Erdoğan’la partisini de aşacak şekilde farklı bir duygusal kabulleniş ve güven ilişkisi içinde. O nedenle Erdoğan aynı zamanda seçmenini de dönüştürüyor ve sürekli olarak seçmeninin önüne yeni hedefler koyarak coşkuyu diri tutuyor.

Geçen sonbahar başlangıcında muhtemelen Erdoğan dışında ne kadrosundan ne partisinden hiç kimse seçimi bu oranlarla kazanacaklarına inanmıyordu. Parlamentoyu kaybettikleri çünkü gençleri ve kadınları kaybettiklerini içselleştirmişlerdi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise Erdoğan’ın şapkadan çıkaracağı tavşanları bekleme hali baskındı. Kadrolarda da örgütte de bocalama ve bekleme hali yaygındı. Erdoğan şapkadan tavşan çıkarmadı ama tüm iktidar ve devlet olanaklarını kullanarak seçim sürecini yönetti ve seçimi kazandı. Balkon konuşmasında da hemen seçmenin ve örgütün önüne yerel seçimleri hedef koyarak coşkuya adres vermiş oldu.

Daha uzun geçmişe bakınca Erdoğan ile seçmeni arasındaki ilişki sürpriz de değil. 2002 iktidara geliş ve ilk AK Parti döneminin seçmeniyle ilişkisi ve dürtüleri farklıydı. 2009 yerel seçimlerinden itibaren AK Parti seçmenini "AK Partileştirmeyi" hedefledi. Sosyal yardımlar, kamuda işe alımlar, yerellerdeki ihale ve ekonomik kaynak aktarım süreçleri gibi tüm mekanizmalar tümüyle partizanca kurgulandı. 2013’ten itibaren bir yandan Erdoğan partisinde ve iktidarda tek adam oldu, diğer yandan AK Parti’yi kendi aygıtı haline dönüştürürken seçmenini de "Erdoğancılaştırmayı" hedefledi. Başarmış da görünüyor. Sonuçta seçmen AK Parti’yi geriletirken Erdoğan’dan vazgeçmediğini gösterdi. Kayda değer oranda yeni seçmen kazanamamış olsa da 2017’den bu yana toplamda 27 milyon seçmeni referandumda "evet", yerel ve genel seçimlerde "Cumhur İttifakı" içinde tutmayı başardı.

25 milyon seçmende moral enerji kaybı

25 milyon muhalif seçmende ise Altılı Masa sivil toplumla güvene ve karşılıklı beslenmeye dayalı bir ilişki kuramadığı için, partiler gündelik hayatın içindeki muhalefete umut ve coşku veremediği ve bu muhalefeti örgütleyemediği için temkinli ve ikircikli bir iyimserlik hali baskındı. Şimdi de yaygın bir hayal kırıklığı ve umutsuzluk gözleniyor.

Muhalefetteki ittifakların ve partilerin, kendi iç tartışmaları ne denli hızlı yaşanırsa yeniden bir umut inşa etmek mümkün. Hatta mecburiyet, elbette muhalefette partiler farkındalarsa.

İktidar sözcülerinin seçim akşamından başlayarak ötekileştirme dillerinden muhalefete karşı sertleşme ve sıkıştırmaların süreceği anlaşılıyor. İktidar henüz her 100 kişiden 48’inin canını sıktığı bu memleketi nasıl yöneteceği konusunda yeni bir fikre açık değil. Böyle bir yumuşama beklemek de gerçekçi değil.

Bu koşullarda seçimin ardından sivil toplumun, kendi kimliğini ve hayat tarzını tehdit altında hisseden 25 milyon seçmenin kendini geleceksiz, sahipsiz hissetmesinin bir an önce önüne geçilmesi gerek.

Panzehir yalnızca siyasi aktörlerin değişmesi değil. Sivil toplumun da ve hatta her birimizin de bildiklerimizi, olması gerekenleri ve daha önemlisi yapılması gerekenleri bir kez daha düşünmekle, serinkanlıca konuşmakla ve elbette çalışmakla mümkün.

Bunun için yazının başına dönmek gerek, partiler, liderler, bizler dahil hiç kimse yakan topu başkasına atarak temize çıkamayız. Hele seçmeni suçlayarak hiç çıkamayız.


Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.