Bekir Ağırdır

11 Kasım 2024

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

Devlet Bahçeli bu haftaki grup konuşmasında da tekrarladı: “Tekrar söylüyorum... Türkiye Yüzyılı’nda terörün kökü kazınacaktır. Terörist başı terörün bittiğini, PKK’nın lağvedildiğini ilan edecekse DEM grubuna gelsin bunları teker teker söylesin, ak koyun kara koyun çıksın, umut hakkından da istifade etsin.”

Bahçeli’nin sözleri, tesadüfen söylenmiş ya da ortağından habersiz söylenmiş değil. Kaldı ki son birkaç ayın Erdoğan ve Bahçeli’nin söylemlerinden, hamlelerinden anladığımız planlı bir hareketle karşı karşıyayız. Son birkaç ay içinde önce Cumhurbaşkanı “içeride birlik” vurgusu yaptı, ardından İsrail’in nihai hedefinin Türkiye olduğuna işaret etti, sonrasında Bahçeli’nin el sıkma hamlesi, Öcalan’a çağrısı ve hemen ardından da kayyum hamleleri geldi. Bu akış, her hareketin beraberce ve senkronize düşünülmüş olduğunu gösteriyor. Bazı iktidar sözcüleri ve yakınlarının haberdar olmayışları da sürecin dar bir siyasi ve bürokratik kadro tarafından tasarlanmış, çerçevesi tanımlı bir süreçle karşı karşıya olduğumuzu düşündürtüyor bana.

İlk günden beri hangi zaman aralığında ve kimler tarafından gündeme getirilişinden yola çıkarak sürecin içeriye ve dışarıya dönük iki yönü olduğunu düşünüyorum. Dışarıya dönük ve bölgesel, küresel dinamiklerle bağlantılı yönü “küresel ekonomik, siyasal ve kültürel egemenlik savaşının” geldiği yeni aşamayla ilgili. İsrail’in tetiklemesi ve hızlandırmasıyla Orta Doğu’da küresel bölüşüm savaşının hızı ve dozu bir seviye daha yükseldi. Bu gerilim ve hararet artışı Türkiye için de küresel, bölgesel ve ulusal riskler barındırıyor. Süreci tasarlayanlar bu risklerden bakarak ulusal gerilimi öncelikle söndürmeyi, aynı zamanda da geleceğin Orta Doğu’sunda yeni bir rol ve etki alanı hedeflemiş olabilirler.

Öte yandan meselenin içeriye dönük kısmı kamuoyunda daha çok tartışılıyor. Sürecin içeriye dönük hedefinde de birkaç farklı katman var. İlki yerel seçimlerden sonra gelecek seçimlere dair muhalefetin kazanacağına dönük algı ve beklenti güçlendi, ilgi ve alaka muhalefete dönmüştü. İktidar şimdi “Normalleşmeyi asıl ben istiyorum”, “Ülkenin en zor sorunlarını da yalnızca ben çözebilirim” algısına oynuyor olabilir.

İktidar süreci çok net biçimde terörün bitirilmesi ve silah bırakma çerçevesinde konuşuyor. DEM Parti, Öcalan ve PKK kanadının söylenen ya da ima edilen beklentileriyle bu çerçeve arasında herhangi bir ilişki görünmüyor henüz.

Bahçeli'nin DEM Partililerle tokalaşması

CHP’nin içinde dört yıl kala aday mı arayacağız?

Peş peşe kayyum atamaları bir yandan iktidar kanadının “terörle mücadele” tanım ve planlaması üzerinden yürüyor. Diğer yandan CHP ve DEM ilişkisini zorlamanın, İmamoğlu’nun öncülüğünü yaptığı “kent mutabakatı” siyasetini sıkıştırmak olduğunu da söyleyebiliriz. Belki de nihai siyasi hedeflerden birisi de İmamoğlu’nu sıkıştırmak, mümkün olabilirse de siyasetin, en azından gelecek seçimlerin dışında bırakmak.

Elbette kamuoyunun büyük kısmının ilk günden itibaren satın aldığı hedefin Erdoğan’ın gelecek seçimlerde aday olabilmesinin yolunu açabilmek için DEM Parti desteği ihtiyacıyla yola çıkılmış olması da mümkün. Nitekim Bahçeli 5 Kasım’daki Meclis grup toplantısında şöyle konuştu: “Eğer enflasyon canavarına kesif bir darbe indirilirse, Türkiye siyasi ve ekonomik istikrarın zirvesine çıkarsa,

Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın bir kez daha seçilmesi doğal ve doğru bir tercih değil midir? Ne yapacağız CHP’nin içinde dört yıl kala aday mı arayacağız?”

“Bu kapsamda lazım gelen anayasal düzenlemeyi yapmak önümüzdeki görevler arasında olmayacak mıdır? Devlette devamlılık, siyasette istikrar, Türkiye Yüzyılı’nın inşası için Sayın Recep Tayyip Erdoğan güvencedir, milletin sevdalısıdır, tecrübesiyle ve birikimiyle bize göre tek seçenektir.”

Bunların yanı sıra bir ihtimal ya da süreci tetikleyen unsur, düzenin ve yönetimin krizi olabilir. Ülkenin sorunlarının yönetilememesi, merkezileşme, keyfileşme, hukuksuzluk gibi bir dizi nedenle yönetim ile gündelik hayatın sorunları arasında büyük bir yarılma yaşıyoruz. Kabul edilsin veya edilmesin ülke yalnızca ekonomik kriz değil derin bir devlet ve demokrasi krizinin de içinde. Düzenin merkezindeki hararet iktidarı oluşturan zihni koalisyonun aktörlerinin bazılarında, son bir gayretle gidişata müdahale çabasından da kaynaklanmış olabilir.

Öte yandan başlangıçta özetlediğim iki aylık süreç, Bahçeli’nin ilk çağrısı, birkaç gün ardından TUSAŞ’a terörist saldırısı, hemen ardından kayyum atama hamlelerine bakınca şunu da anlamak mümkün: Bunların hiçbirisinin tesadüfen ve birbirinden bağımsız olduğunun düşünülmesi de mümkün değil. Belli ki her formal ve informal aktör birkaç aydır birbirinin hazırlıklarından haberdar, karşı veya yan hamleler konusunda hazırlıklı ve senaryolara sahipmiş.

Tüm basılabilir düğmelere birden fazla aktör aynı anda basmış

Hangi faktör veya hedef belirleyicidir veya geleceği belirleme kapasitesi daha yüksek olacaktır sorularına bugünden cevap vermek mümkün değil. Tüm olası hedefler için tüm basılabilir düğmelere birden fazla aktör aynı anda basmış, çoklu politikalarla çoklu hedefleme yapılmış da olabilir. Bugünden şu niyetle, bu hedefle yapılıyor ve şu olur veya bu olmaz demek mümkün görünmüyor. Bu nedenle henüz siyasi aktörlerin hangileri ikna oldu ya da olmadı, hangilerinin rolü ne olur, nasıl olur sorusuna cevap verebilmek de mümkün değil.

Ben ise bu tartışmalara toplum ve sade vatandaş üzerinden bakmak istiyorum. Haftalardır bu tartışmalar, gerilimler gündemi belirliyor ama hiçbir yerde toplumsal tepki görmedik. Halbuki yaygın anlatı ülkede milliyetçiliğin arttığı idi. Halbuki, hiçbir milliyetçi grubun Öcalan’ın muhataplığına itiraz eden güçlü bir protestosunu da duymadık. Benzer bir tepkisizlik daha önceki açılım sürecinde de yaşanmış, adaya gidiş gelişler neredeyse naklen yayın konusu olduğu dönemde de yaşanmıştı.

Bu tepkisizliğe bakarak ne yorum yapmalıyız? Sade vatandaş meseleye ilgisiz mi yoksa toplumun tolerans eşiği mi yükseldi ya da terör ve Kürt meselesinin çözümü konusunda sessiz bir bekleyiş mi var?

Elimizde araştırma teması bu süreç olan sağlıklı ve kapsamlı bir araştırma yok henüz. O nedenle başkaca araştırmalar üzerinden dolaylı çıkarımlar ya da gözlemler yapabiliriz. Öncelikle toplumsal ilgisizliğin simetrik olmadığını söyleyebiliriz. Meseleye doğrudan taraf olan Kürtlerde elbette yoğun ilgi, merak ve bekleyiş olduğunu gözlesek de Türklerde ve toplumun diğer kümelerinde ilgisizlik gibi görünen bir sessizlik hakim.

Başka bir eksen üzerindeki ayrışmadan, iktidar yandaşlığı ve karşıtlığından bakarsak, iktidar karşıtlarının çok büyük bir kesimi iki farklı tepki içinde. Bir kesimi iktidarın bu süreci gündeme almasının tek sebebi olarak gelecek seçimlere dönük anayasa değişikliği ve Erdoğan’ın adaylığının mümkün kılınması arayışı olarak okudular. Bir kısım iktidar karşıtları ise ilk günden meseleyi bir kez daha Kürt siyasetinin ve giderek Kürtlerin Öcalan’a af üzerinden Erdoğan ile ittifaka eklemlenecekleri varsayımıyla Kürtlerin pozisyonlarını test etme ve sonucu beklemeden mahkum etme yarışına girdiler.

Yine de toplumun çok büyük kesimi sessizce bekliyor. Çünkü gündelik hayatın meşakkatleri karşısında hayatlarını sürdürme motivasyonu baskın.

Veri Enstitüsü’nün eylül ayı son haftasında gerçekleştirdiği “Türkiye’nin Değişen Yüzü” başlıklı araştırmadan bazı bulguları özetleyeyim.

Kendini neşeli ve keyifli hissedenler yalnızca yüzde 26, kendini dinlenmiş hissedenler yüzde 27, kendini sakin ve rahatlamış hissedenler yüzde 30 oranında.

Kendini mutlu olarak tanımlayanlar yalnızca yüzde 23, Türkiye’de genel hayat şartlarının 5 yıl sonra daha iyi olacağına inananlar yüzde 27 oranında.

Yaşadığı bölgede gece yalnız yürürken kendini güvende hissedenler yüzde 32, yüzde 68 oranındaki insan kendi mahallesinde bile kendini güvende hissetmiyor.

Sayıları, bulguları çoğaltabilirim ama temel bulgu şu ki toplumun yalnızca dörtte biri kendini iyi hisseder, gelecekten umutlu iken, dörtte üçü sıkıntılı, mutsuz ve umutsuz.

Gerçek dertler ile siyaset arasındaki yarılmanın büyümesi

Bu araştırmanın en temel altı bulgusundan birisi, toplumun kaygı, mutsuzluk ve umutsuzluk konusunda ortaklaşmış olması. Genç veya yaşlı, kadın veya erkek, Türk veya Kürt, dindar veya ateist, zengin veya yoksul, hangi demografik, ekonomik, kültürel ve sosyolojik kümede olursanız olun kaygı, mutsuzluk ve umutsuzlukta ortaklaşmış, benzer yoğunlukta olumsuz ruh haline gark olmuş durumdayız.

Bu bulgudan yola çıkarak şunu söyleyebiliriz, gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değiller.

Bu toplumsal psikolojiden çıkarabileceğimiz olumlu sonuç ise şu, kültürel ve siyasal kutuplaşmaların harareti bir miktar azalırken, sınıfsal gerilimin ve gerçek sorunların harareti yükseliyor. İkinci sonuç ise toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması aynı zamanda Kürt meselesi gibi kadim ve çok katmanlı meselelerde çözüme yakın olduğumuza da işaret ediyor.

Sıkça değindiğim literatürdeki “kederin beş evresi” teorisine göre bir mesele karşısında “inkâr”, “öfke”, “pazarlık” aşamalarını geçmişiz ve toplumca “depresyondayız” diyebiliriz. Bu aşamaya geldiysek son aşama olarak meseleyi kabullenip ve şimdi bu meseleyi nasıl çözeceğimizi, hayatımızı yeniden nasıl düzenleyeceğimizi düşünmeye, konuşmaya hazırız demektir.

Bu sürece büyük kitlelerin sessizliğinin ve bir bakıma ilgisizliğinin asıl sebebi yaşanan gerçek dertler ile siyaset arasındaki yarılmanın büyümesi ve siyasete, siyasi aktörlere olan güvensizlikten besleniyor asıl. O nedenle çok büyük vaatler bile henüz beklenen heyecanı uyandıramıyor toplumda.


Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.