Erdoğan’ın lafzen de olsa “Atatürkçü” kesilmesi ve AKP’yi de yapıvermesi insanları şaşırttı. Referandum raporundan, kamuoyu araştırmalarının olumsuz çıkmasından bahsedildi. 1930 modeli ulus-devletçilere yaranma çabasından bahsedildi.
Bunların hepsi doğru. Yalnız, İmam-Hatip’te İslamcı kültürle büyümüş biri için en azından bunlar kadar önemli bir şey daha olabilir:
Sayılamayacak kadar çok sebeple, özellikle de öz yönetim yönünde sürekli yürüyen bir dünyaya ters gitmek sebebiyle çoğunluğu artık yitiren Erdoğan, Hz. Muhammed’in azınlık olduğu ilk dönemdeki taktiğini uyguluyor gibi.
Bu sayede tekrar çoğunluk olabilirse, ikinci halife Hz. Ömer’in yaptığının Türkiye versiyonunu yapmaya devam edebilecek.
***
27.07.2016’dan beri tutuklu yatmakta olan Müslüman düşünür Ali Bulaç 1991’de Kitap dergisinde bir makale yayınladı. Ardından Birikim’de çıkınca sol kanat içinde de ilgi gören yazı o zamanlar canlı bir tartışma yaratmıştı.
En yakını bir avuç Müslümanla (“Muhacirler”) 622’de Mekke’den ayrılmak zorunda kalan Hz. Muhammed’in “hicret” ettiği Yesrip’te (sonraki adıyla: Medine) üç grupla yaptığı ve tamamen eşitlik ve gönüllü katılım temeline dayanan yazılı bir sözleşmeden bahsediyordu makale: Medine Vesikası. Bununla, bir yandan İslam’ın demokratik temele dayandığını, bir yandan da çok hukukluluğun mümkün olduğunu söylemek istiyordu Bulaç.
***
“Medine Vesikası” Kur’an’da, Hadislerde ve fıkıh kaynaklarında yer almıyor. Elimizde orijinali de yok. Şu andaki 47 maddelik metin de (Bulaç’ın yazısında var) Batılı bilim adamlarından geliyor. Bununla birlikte, o günün koşullarını göz önüne aldığımızda böyle bir belgenin gerçek olduğunu düşünmek doğal.
“O günün koşulları” derken, 622’de Müslümanlar iyice azınlıkta. 10.000 nüfuslu Yesrip’de bu üç grup ve sayıları şöyle: Putperest Araplar (“Müşrikler”) 4.500 kişi, Yahudiler 4.000 kişi, Müslümanlar (“Ensar”) 1.500 kişi.
Ama Yesrip, iki defa Habeşistan’a hicret denendikten sonra bu sefer dikkatle seçilmiş: 120 yıldır kan davalı Evs ve Hazreç kabilelerinin savaş ve düşmanlıklarından bitkin düşen şehir kaos içinde ve herkes artık bir kurtarıcı (“Mehdi”?) beklemekte.
Merkezî otorite ve ortak ideoloji yokluğu yüzünden çatışmaları her seferinde bir hakeme götürmekten başka çare üretememiş. Ama bunun da çözüm olmadığını görmüş.
Böyle bir ortama, şehir (ve kabileler) dışından, yani tarafsız biri geliyor. O zamana kadar da çok mutemet bir profil çizmiş: “Muhammed-ül Emin.”
Ama belki daha da önemlisi bu dışarlıklı kişi iyice azınlıkta, dolayısıyla da demokrat olmak durumunda.
Ezcümle “Yahudilerin dinleri kendilerine, mü’minlerin dinleri kendilerinedir. Buna gerek mevlâları ve gerekse bizzat kendileri dahildirler” (Md. 25) temelinde yazılmış olan Vesika, imzacılarını toplumsal huzura kavuşturuyor. Hz. Muhammed de inancını yayma sürecinde Medine’yi üs yapmaktan büyük kuvvet alıyor. Mezarı da orada zaten.
***
Yalnız, Medine Vesikası/Sözleşmesi tamamen dönemsel bir olgu/çözüm. Tarihi belli değil ama Bedir Muharebesi (624) öncesi döneme yani İslam’ın kendini Mekke’ye kabul ettirmeye çabaladığı zaman dilimine ait.
Çok kısa bir süre sonra Müslümanlar çoğunluk oluyorlar. Ve Hz. Ebu Bekir’in sadece 2 yıl süren döneminin ardından ikinci halife Hz. Ömer döneminde (634-644) dışarıya taşıyorlar. Ortadoğu coğrafyasına, Kudüs’e giriyorlar. Sasani ve Doğu Roma imparatorluklarına büyük fetih seferleri düzenliyorlar.
Fethettikleri bu yerlerdeki Müslüman olmayan nüfusa artık Medine Vesikası’ndaki gibi "sözleşmenin imzacıları" olarak değil, İslam’a baş eğme karşılığında canı ve malı koruma altına alınan, yani Millet-i Hakime olan Müslümanların “zimmet”ine giren nüfus olarak muamele etmeye başlıyorlar.
Diğer bir deyişle Müslümanlar başat unsur olunca eşitlik bitip hiyerarşi/otokrasi başlıyor. Müslüman olmayanlar, Müslümanlara tam biat etmek ve “cizye” vergisi ödemek karşılığında “emanname” ihsan edilerek yani “aman” verilerek “zimmi”ye dönüştürülüyor. Bu koruma olayı İslam’ın empoze ettiği şartlara uyulduğu ölçüde devam edecek.
***
“İslam’ın empoze ettiği şartlar” derken; silah taşımamaya (askere gitmemek buradan geliyor), belli giysileri ve renkleri giymeye/giymemeye, ata binmemeye, yeni ibadet yerleri açmamaya ve eskilerini tamir ettirmemeye, geleneklerini uluorta uygulamamaya, uluorta ibadet etmemeye vs. uzanan çok uzun bir koşullar dizisi.
03.11.2013 tarihli Radikal’de Ayşe Hür tarafından aktarılan ve Batı kaynaklarında “Ömer Emirnamesi/Nizamnamesi” (ordinance) diye anılan bu “emanname”nin içeriğini Osmanlılar çok hafifleterek, Gayrimüslimlere teritoryal olmayan bir özyönetim tanıyarak, fakat tabii ki Müslümanların hakimiyetini temel alarak adapte ettiler ve 1454’te “Millet Sistemi”ne dönüştürdüler.
***
Halife Ömer’in 21. Yüzyıldaki halefi ilahiyat profesörü Hayrettin Karaman’ın gönlü ise, hiyerarşinin de ötesinde, bugünün “laik” ortamında “tahammül” prensibinin esas alınmasından yana:
“Çoğulcu bir toplumda yaşayan [ve onu değiştirme imkanını bulamayan] Müslümanın farklı olanlarla zorunlu ilişkisinin adına ben ısrarla ‘hoşgörü’ değil, ‘tahammül’ diyorum.”
Kimin kime tahammül ettiği apayrı bir mesele. Ama “mütehammil” ulema bu sözleri Yeni Şafak’ta 2011 yılında yayınlarken muhtemelen hiç düşünmemişti:
Erdoğan’ın, 7. Yüzyılda yaşamadığını hesap etmemek yüzünden bir gün azınlığa düşeceğini.
Bahçeli’nin eline bakacağını. Ülkeyi OHAL’lerle bile yönetemeyeceğini.
Sonunda da (bazı İslamcıların ağzında “gök gözlü Deccal” diye geçen) Atatürk’ten medet umacağını.
Yeniden çoğunluk olmayı umarken 1.395 yıl önceki Medine Vesikası ortamını taklit zorunda kalacağını …