Barış Soydan

07 Kasım 2019

KHK’yla üniversiteden kovulan rüzgâr santrali bekçisinin hikâyesi

Bu ay yayınlanan “Kediler ve Erkekler” kitabımdan, gündeme denk düşmesi vesilesiyle…

Bütün bunları hak edecek ne günah işlemiş olabilir?

Kerem'in kafasını aylardır bu soru kurcalıyordu.

Uzun uzun düşünmüş ama eften püften birkaç olay dışında hiçbir şey bulamamıştı. Bir keresinde halı saha maçında kavga çıkmıştı. Herkesin herkese vurduğu bir meydan kavgası. Harala gürele içinde o da rakip takımın oyuncularına birkaç yumruk sallamıştı. Attığı yumruklardan biri kalecinin burnunda patlamış, çocukcağızın yüzü kan içinde kalmıştı. Ertesi gün burnunun kırıldığını öğrenmişlerdi.

O yumruk olabilir mi başına gelenlerin sebebi?

Yok canım. Yaşadıklarının yanında o yumruk ne ki?

O yumruğun karşılığı abartılı olmayan bir ceza, ne bileyim, kolunun-bacağının kırılması olabilirdi, olsa olsa.

Oysa onun başına gelenler…

Acaba farkında olmadan birine büyük bir zarar mı verdi?

Bunu da düşünmüştü. Aklına gele gele bir tek, elektronik mühendisi olma hayalini elinden aldığı Erdoğan gelmişti.

Erdoğan daha Kuleli’deki ilk yılında kıta subayı olmak istemediğini, mühendis olma hayaliyle oraya geldiğini herkese söylemişti.

Kuleli’den mezun oldukları sene Genelkurmay sadece bir elektronik mühendisliği kadrosu açmıştı. Üniversite sınavında en yüksek puanı kim alırsa, o gidecekti. Şansını denemek için o da sınava girmiş ve işe bakın, doğru dürüst çalışmadığı halde Erdoğan’ı geçmişti.

Keşke Hacettepe’yi Erdoğan kazansaydı da, o, onun yaptığı gibi Kuleli’den mezun olduktan sonra  Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ayrılsaydı. O zaman bunların hiçbiri başına gelmezdi.

Hacettepe’den mezun olmaya hazırlandığı yaz hayatı bir kâbusa dönmüştü. Gözaltına alınmış, işkence görmüş, hapse atılmış, okuldan ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nden kovulmuş, nişanlısı tarafından terk edilmiş, yaşadıklarına dayanamayan annesi o hapisteyken ölmüş, kardeşleri bundan onu sorumlu tutarak tüm ilişkiyi kesmişlerdi.

Sekiz ay sonra o lanet tarikatla hiçbir bağının bulunmadığı anlaşılıp serbest bırakıldığında artık işsiz güçsüz, kimsesiz ve yapayalnız biriydi.

Adli kontrolle serbest bırakıldığı ve yurtdışına çıkış yasağı konduğu için Türkiye’yi terk etme şansı da yoktu.

Hapisten çıktıktan sonra mühendis çalıştıran yerlerde asgari ücretle iş aramış ama bulamamıştı. Başvurduğu şirketler başlangıçta ilgileniyor ama darbecilik suçlamasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’nden kovulduğu öğrenilince kapılar yüzüne kapanıyordu.

Aylarca işsiz gezmiş, sonunda taksi şoförlüğü veya inşaat işçiliği yapmaya razı olmuşken bu işi bulmuştu.

Rüzgâr santrali bekçiliği.

Bordrosunda tekniker olduğu yazıyordu ama yaptığı iş, Bandırma’ya otuz üç kilometre mesafedeki türbinlerin bekçiliğinden başka bir şey değildi.

Sözleşmeye göre görevi bir arıza durumunda anında müdahale ederek (Buna “emre amadelik koşulu” deniyordu) rüzgâr türbininin en geç altı saat içinde yeniden üretime geçmesini sağlamaktı. Altı saatten sonraki her dakika için Alman üretici, işletmeciye tazminat ödemekle yükümlüydü.

Altı aydır burada olduğu halde müdahale etmesini gerektirecek tek sorun

yaşanmamıştı. Bandırma-Susurluk yolundaki üç rüzgâr türbini saat gibi tıkır tıkır işliyordu. Almanlar bunu bildikleri için sözleşmedeki ceza maddesine evet demiş olmalıydılar. Mühendis değil bekçi maaşı vermelerinin sebebi de buydu.

Başlangıçta, takside direksiyon sallamaktan iyi, diye düşünmüştü. Ama kısa sürede büyük bir hata yaptığını anlamıştı. Keşke Ankara’da kalsa ve taksi şoförlüğü veya inşaat işçiliği yapsaydı.

Buradaki yaşamının Robinson Crusoe’nun yaşamından pek bir farkı yoktu. Haftalarca insan yüzü görmediği oluyordu.

Yalnızlık, pişmanlıklarıyla baş başa kalmasına yol açmıştı. Keşke Kuleli Askeri Lisesi’ne girmeseydi, keşke tarikatçı olduklarını bilmediği o çocuklarla arkadaşlık kurmasaydı, keşke Hacettepe Elektronik Mühendisliği’ne gitmek yerine Erdoğan’ın yaptığını yapıp Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ayrılsaydı. Keşke Yasemin’e aşık olmasa, onunla nişanlanmasaydı…

Bir insan bu kadar çok hatayı yirmi dört yıllık hayata nasıl sığdırır?

Pişmanlıklarını bir an olsun unutabilmek için rüzgâr türbinlerinin kanat sesine kulak kesiliyor.

Vızzzz… Vızzz…

Sanki milyonlarca arı yan yana gelmiş de kanat çırpıyorlar...

Keşke her zamankinden farklı bir ses duyabilse! Türbinin bozulduğunu haber veren olağandışı bir ses... Pişmanlıklarını bir kenara bırakıp alet çantasını kapsa, saatler sürecek bir tamirata girişse...

Vızzz… Vızzzz…

Otuz metrelik kanatlar altı aydır nasıl dönüyorlarsa bugün de öyle dönüyorlar.

Yine kendi içine, pişmanlıklarına dönüyor. Yasemin’i düşünüyor. Üniversitede üç yıl çıktığı, deliler gibi sevdiği, bir ömür aynı yastığa baş koymak istediği Yasemin’i… Tutuklandıktan sonra günlerce, haftalarca ziyaretine gelmesini beklediği Yasemin’i... Üçüncü ayın sonunda avukatı aracılığıyla nişanı attığı haberini gönderen Yasemin’i...

“İşçi emeklisi bir babayla ev kadını bir annenin tek çocuğu olduğumu biliyorsun” diye yazmıştı mektubunda, darbeci suçlamasıyla tutuklanan biriyle evlenmek, öğretmenlik hayalinden vazgeçmek ve bir ömür onun için uğraşıp didinen yaşlı insanlara ihanet etmek anlamına gelirdi. Onu anlayışla karşılayacağını ümit ediyordu...

Bu kadar. Üç yıllık aşk üç satırla bitmişti.

Yasemin’i yine biraz olsun anlayabiliyordu ama ya abisi? Erken yaşta ölen babalarının yerini doldurabilmek için liseyi yarım bırakıp çalışma hayatına atılmak zorunda kalan ve erken yaşta olgunlaşan, anlayışlı, şefkatli abisi?

“Annemi sen öldürdün!”

Böyle haykırmıştı cezaevindeki açık görüşte.

“Benim darbeci kardeşim yok!”

Abisi ve nişanlısı böyle davranmışken en yakın arkadaşı Oktay’a, telefonlarına çıkmadığı için kızabilir miydi?

Hem içlerinde en anlayışlısı o çıkmıştı. Cezaevine gönderdiği mektupta, yakında aklanacağına tüm kalbiyle inandığını, kısa zamanda dışarı çıkacağını, Tunalı Hilmi’yi yine birlikte aşındıracaklarını yazmıştı.

Ama sekiz ay sonra salıverildiğinde telefonlarına çıkmamıştı. Ortak arkadaşlarından savunma sanayi şirketlerinden birine girdiğini duymuştu. O şirketin çalışanlarının MİT tarafından adım adım izlendiğini bütün mühendisler bilirdi. Oktay işini kaybetmekten korkuyordu.

Vızzzzz…. Vızzzzzz… Aylardır aynı ses. Kimsenin ona ihtiyacı yok. Rüzgâr santralinin bile.

Bir sigara yakıyor. Doksan metre yüksekliğindeki direğin merdivenlerini tırmanmaya başlıyor. Günlerdir yapmak isteyip de yapamadığı şeyi bu gece yapmaya kararlı.

Kanatlara yaklaştıkça vızıldama şiddetleniyor, doksanıncı metredeki balkonun kapısını açtığında artık dayanılmaz bir gürültüye dönüşüyor.

Okuz metrelik kanatlar, dışarıda güçlü bir rüzgâr olmamasına rağmen fırıl fırıl dönüyorlar. Alman mühendislik harikaları…

Dışarıda kanatların gürültüsüyle tezat oluşturan kopkoyu bir karanlık var. Kilometrelerce orman... Uzakta, çok uzaklarda, Bandırma’nın belli belirsiz ışıkları...

Bir adım, bu saçma hayatı bitirmek için kâfi. Soruyu tekrarlıyor: “Bu kadar hata yirmi dört yıla nasıl sığar?”

Cevabı yok.

Otuz metrelik kanatlara kulak kesiliyor, sanki sorduğu sorunun cevabını onlar verecekmiş gibi.

Vızzzzzzzzzzzzz… Vızzzzzzzzzzz....

Kalbi güm güm atmaya başlıyor. Türbinin içine dönüyor, aceleci adımlarla merdivenlerden inmeye başlıyor.

Gevşeyen bir conta veya çatlayan bir kanat. Bu sesin başka bir açıklaması olamaz.

Ama zemine yaklaştıkça, başta arıza habercisi olduğunu düşündüğü ses değişiyor, bir iniltiye dönüşüyor.

Ayağı toprağa değerken artık emin: Bu bir kedi!

Kabloların arası, trafonun arkası...

Davetsiz misafirin saklanabileceğini düşündüğü her yere tek tek bakıyor.

Soğuk havalarda yemek yediği küçük sehpanın altı, sandalye niyetine kullandığı varilin içi.

“Pisi pisi, neredesin?”

Nerede bu hayvan?

Merdivenin altındaki küçük depo… Bir tek orası kaldı.

Kapıyı yavaşça açıyor.

Ve Roza’yla yüz yüze geliyor.

Biraz önce doğurduğu yavrularını yalamakla meşgul, bir cüzzamlı gibi yaralarla kaplı minicik bir kedi bu.

“Senin kadar çirkinlerini de sevenler var ha…”

Bu kelimeler dökülüyor Kerem’in dudaklarından.

“Mırrr” diye cevap veriyor Roza. (Kerem ona Roza adını, tüylerinin renginden esinlenerek o gece verecek.)

Şalt sanasındaki kulübede yarım bıraktığı akşam yemeğinin artıkları geliyor aklına. Bir koşu kulübesine gidip bir tabağa doldurduğu yemek artıklarını Roza’nın önüne koyuyor. Roza yavrularını bırakıp tabağa sokuluyor.

“Benden daha sefilleri varmış diye mırıldanıyor Kerem, Roza’nın karnını doyurmasını seyrederken.

Sefil mi dedi? Roza mı sefil?

Hah, hiç güleceğim yoktu!

Bakmayın siz Roza’nın bu perişan haline, çok güçlü bir kedidir o.

Kaç hastalık atlattı, tüyleri kaç kez döküldü… Her seferinde ayakta kalmayı başardı. Hiç şüpheniz olmasın, sadece kendisini değil, yavrularını ve Kerem’i bahara kadar ayakta tutacak gücü var.

Bahar geldiğinde yavrular ayaklanmış, Kerem de biraz toparlamış olur. Bandırma’ya gide gele bir sevgili bulur mu dersiniz? Evlenir ve Roza’yı da alır mı yanına? Değmeyin o zaman Roza’nın keyfine!

Her yıl yavrularını emzirirken karnını doyuracak bir insan evladı bulmanın ne zor iş olduğunu bilemezsiniz. Şansı bugüne kadar hep yaver gitti. Ama bir kedi şansına o kadar da güvenmemeli. Nitekim bu sefer talihi az kaldı dönüyordu. Bandırma’ya otuz üç kilometre mesafedeki rüzgâr santralini bulabilmek için günlerce yürümek zorunda kaldı.

Bir insanın yanına kapılanma zamanının geldiğini hissediyor. Bu iyiliksever ama melankolik oğlanı gözü tuttu. İçinden bir ses bunun son doğumu olduğunu, gelecek kış rahmini aldıracağını ve ömrünün geri kalanını bu bahtsız çocuğun yanında geçireceğini söylüyor.

Bilirsiniz, kedilerin altıncı hisleri çok güçlüdür. Onları güvenle rüzgâr santralinde bırakarak yanlarından ayrılabiliriz.


(“Kediler ve Erkekler”, The Roman Yayınları, Kasım 2019.)