“Modern devlet gücü, tüm burjuva sınıfının ortak işlerini yürüten bir komiteden ibarettir.”
Marx, Komünist Manifesto’da böyle demişti. Oysa Türkiye’de durum hiç de öyle değil. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu daha geçen gün Koç Ailesini, “Ben tıraşımı Yunanistan’da olmam. Sizin talihsizliklerinizi iyi biliriz. Bildiğimizi de bilirsiniz” diye paylıyordu. Ondan birkaç hafta önce de Erdoğan, Anadolu Grubu’nun patronu ve TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan’ı, “Türkiye’ye içeriden vuranlara bunun hesabını sormasını bilirim. Bu dolarlar, bu Euro’lar sizleri kurtarmaz, bunu da böyle bilin!” diye azarladı.
Yeni de değil. İktidar partisi yıllardır büyük burjuvaziye her fırsatta yükleniyor. Milyarlarca doları serveti olan patronlar kendilerine yönelik ithamları gıklarını çıkarmadan, boynu bükük şekilde dinlemekle yetiniyorlar...
Bu nasıl burjuvazi? Yoksa Marx yanıldı mı?
Bugün bu ilginç çelişkiyi tartışalım.
Her şeyden önce Marx’ın yazılarına kutsal kitaptan ayetler muamelesi yapmanın anlamı yok. Marx bir peygamber değil bir düşünürdü...
Ayrıca Marx’ın bizzat kendisi, burjuvazinin siyasi gücünün istisnaları olabileceğini söylemişti. Hatta buna bir de örnek vermişti: 1848-1870 yılları arasında hüküm süren Fransa İmparatoru Louis Bonaparte.
Louis Bonaparte (Napolyon Bonaparte’ın yeğeni olur) 10 Aralık 1848’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 7 milyon geçerli oyun 6 milyonunu alarak iktidara gelmişti. Ama kısa süre sonra demokrasiden vazgeçerek Fransa’yı demir yumrukla yönetmeye başladı. Basın özgürlüğünü kısıtladı, dernek kurma hakkını ortadan kaldırdı. 2 Aralık 1851’de Meclis’i feshetti. 27 bin civarında muhalifi tutuklattıktan sonra düzenlediği bir referandumla anayasayı değiştirdi. 2 Aralık 1852’de düzenlediği ikinci bir referandumla kendini III. Napolyon adıyla İmparator ilan etti.
Onun döneminde devlet, burjuvaziden bağımsız, özerk bir görüntü sergiledi. Çünkü Bonaparte gücünü burjuvaziden değil, lümpenler, asker, bürokrasi gibi
toplumun farklı kesimlerinden alıyordu.
Marx, bu dönemi “Louis Bonaparte'ın On Sekiz Brumaire'i” adlı kitabında inceler. Marx’a göre “Bonapartizm”, işçi sınıfı ve burjuvazi arasında ortaya çıkan denge durumunda, kendini sınıflar üstü gösteren bir kişinin, burjuvaziyi korumak ve geliştirmek için iktidarı ele geçirmesiydi.
Türkiye’de burjuvazinin AKP dönemindeki etkisizliğini Bonapartizm’le açıklamak mümkün: Patronlar kendilerine yönelik ağır ithamlara ses çıkarmıyorlar çünkü ne kadar “dayak yeseler de”, AKP’nin kendi çıkarlarını koruduğunu, kolladığını biliyorlar.
Bununla birlikte farklı bir tez daha var. Türkiye’de burjuvazinin bölündüğü, AKP’nin bir kanadın, Anadolu sermayesinin partisi olduğu tezi.
Anadolu sermayesi veya eski söyleyişiyle “Anadolu Kaplanları”, 1990’lı yıllarda ortaya çıkan bir olgu. Turgut Özal’ın 1980’lerde başlattığı dışa açılma Anadolu’da yeni bir sermaye sınıfının doğup serpilmesine neden oldu. Bursa, Manisa, Gaziantep, Konya, Kayseri, Denizli gibi yeni sanayi merkezlerindeki şirketler, dünyanın dört bir yanına ihracat yaparak sermaye biriktirdiler.Ama siyaset onları 2000’lere kadar kaale almadı. Ankara’da hâlâ gazete ilanlarıyla iktidar düşüren TÜSİAD’ın borusu ötüyordu. İhaleler, devletin kaynakları (Banka lisansları vb.) onlara gidiyordu. AKP sahneye, Anadolu burjuvazisinin siyasi temsilcisi olarak çıktı. Onların taleplerini siyasete taşıdı. AKP, büyük burjuvaziye yıllardır atar gider yaptığı halde iktidarını korumayı başarıyor, çünkü Anadolu burjuvazisi onu destekliyor.
Bu da güçlü bir açıklama... Daha doğrusu güçlü bir açıklamaydı. Di’li geçmiş zaman kullanıyorum çünkü kriz, Anadolu burjuvazisiyle AKP arasındaki ilişkinin kimyasını bozdu.
Medyaya pek yansımıyor olabilir ama Anadolu sermayesi uzun zamandır alttan alta kaynıyor. Anadolu şirketlerinin yöneticilerine kulak verdiğinizde ekonomide, dış politikada, iç siyasette yapılan hatalara dair çok sert eleştiriler duyuyorsunuz. Ne de olsa kriz onları da vurdu, dolardaki sıçrama onların da belini büktü. Özel sektörün 200 küsur milyar dolarlık döviz borcunun bir kısmı onların sırtında. Piyasada yaprak kıpırdamazken bu borcu nasıl ödeyeceklerini kara kara düşünüyorlar. Dolardaki her tırmanış, CDS’lerdeki (iflas riski sigortası) her yükseliş, Anadolu sermayesi ile AKP arasındaki mesafeyi daha da açıyor…
Böyle bir şey elbette mümkün değil ama bugün “sınıfsal” bir seçim yapılabilseydi, bana öyle geliyor ki, AKP burjuvazi içindeki çoğunluğunu kaybederdi.
Anadolu burjuvazisinin desteğini yitirmek iktidar partisini ne oranda etkiler? Louis Bonaparte’ın yaptığı gibi AKP de bürokrasi, lümpenler gibi farklı toplumsal grupların desteğiyle iktidarda kalmaya devam edemez mi?
Ekonomik bir bakış açısıyla, önümüzdeki döneme bu sorunun damga vuracağını söyleyebiliriz.