Önce bir uyarı. Son zamanların en çok ses getiren ve özellikle Amerika’da tartışmalara yol açan filmlerinden biri üzerine yazılmış bir yazıyı okumak üzeresiniz. Ama, alışılmış bir film eleştirisi beklemeyin.
Bahsi geçen film, Amerika Birleşik Devletleri’nin 16’ncı Başkanı Abraham Lincoln’ün hayatından bir kesit sunan Lincoln. Ana konu ise, Lincoln’ün Amerikan anayasasında köleliği yasaklayan 13. maddeyi parlamentodan geçirmek için verdiği siyasi mücadele. Filmde, Amerikan İç Savaşı’nın sonlarına denk gelen bu süreç boyunca kurulan ittifaklar, yapılan pazarlıklar, değişen dengeler ve kullanılan – bazen siyasi etiğin dışına da çıkılarak- metotlar en ince ayrıntısına kadar anlatılmakta.
Köleliğin kaldırılışı, demokrasi tarihinin kilometre taşlarından biri. Bu açıdan bakıldığında, Lincoln’ün konuyu ele alış biçimi, insanın zihninde bazı genel soruların belirmesine neden oluyor: Liberal demokrasilerde hakların genişlemesini sağlayanlar kimlerdir? Tarihsel dönüşümleri bazı ileri görüşlü, zeki, yetenekli ve donanımlı lider ve elitlerin bireysel çabalarına indirgemek mümkün mü?
***
Cevaplar aslında filmin anlat(a)madıklarında gizli. Kölelikle mücadele Lincoln’e gelene kadar, bugün sivil toplum diye adlandırdığımız alanda faaliyet gösteren birçok insan ve grubun omuzlarında yükseldi.
Amerika’da kölelik karşıtı hareket Lincoln’den çok önce, 18. yüzyılda doğuyor. Önce Quakers gibi bazı reformist Protestan mezhepleri, dini gerekçelerle köleliğe karşı çıkıyor. Kölelik-karşıtlığı, hızla Amerikan kolonilerinde yayılıyor ve gittikçe sekülerleşiyor. 1833 yılında dağınık halde bulunan dernekleri ve grupları bir araya toplayan Amerikan Kölelik-Karşıtı Cemiyeti kuruluyor. Beş yıl içerisinde 1350 yerel şubesi bulunan 250 bin üyeli bir organizasyona dönüşüyor. Atlantik ötesindeki Britanyalı kölelik-karşıtı gruplarla da işbirliği yaparak, kampanyalar yürütüp, köleliğin Amerika’dan kazınması için mücadele ediyorlar.
Tüm bunlara irili ufaklı sayısız köle isyanı da eklendiğinde, ortaya içinde kolektif emek, çatışma ve özveri barındıran bir tarih çıkıyor.
Lincoln mü? Evet, kişisel inançlarının, ilkelerinin, vicdanının ve iradesinin hakkını teslim etmek gerek. Ancak, biriken toplumsal talepleri ve bir o kadar da değişen ekonomik ve siyasal şartları hesaba katmadan, Lincoln’ün bu değişimde oynadığı rolü düşünemeyiz.
***
Peki Lincoln’ün imzasını taşıyan anayasal değişiklik daha özgür ve eşit bir toplum yarattı mı? Bu sorunun cevabı için de tarihin başka bir anına bakmak gerek.
Köleliğin kaldırılması uzun bir süre siyahların yaşadığı sorunlara çare olmadı. Siyahlar artık köle değillerdi belki ama eşit veya tamamen özgür de değillerdi. Amerika’da 1870’lerden itibaren yürürlüğe konulan meşhur Jim Crow yasalarıyla ırkçı bir düzen başlamıştı.
Siyahlar -özellikle Güney eyaletlerinde- seçme ve seçilme haklarından mahrum bir hâlde siyaseten kontrol altında tutuldular. Ekonomik alanda, ırk ve sınıf meselesi iç içe geçti. ‘Özgür’ bireyler olarak şehirlere göç eden siyahlar, niteliksiz işgücünün en alt katmanlarını oluşturmaya devam ettiler.
Gündelik hayatta ise tamamen tecrit altında tutulmaktaydılar. Beyazlarla aynı okullara gidemiyorlardı. Otobüste arka sıralarda oturmaları gerekiyordu. Hatta, aynı musluktan su içemiyorlar; aynı tuvaletleri kullanamıyor; aynı otellerde kalamıyorlar ve kıyafetlerini siyah tenleri ile “kirletmemeleri” için denemeden almaları gerekiyordu. Dahası var. Yüzlercesi sadece renkelerinin teni siyah olduğu için linç edildi.
1955 yılında Rosa Parks isimli siyah bir kadının Montgomery’de bindiği otobüste yerini bir beyaza vermeyi reddetmesiyle fitil ateşlendi. Siyahlar yaklaşık bir sene boyunca Montgomery’de boykot düzenlediler. Sonrasında protestolar dalga dalga yayıldı. Martin Luther King’in önderliğinde Amerika genelinde Sivil Haklar Hareketi’ni başlattılar. Oturma eylemleri yaptılar. Yüz binlerin katıldığı yürüyüşler düzenlediler.
Şiddet içermeyen sivil itaatsizlikleri sonucunda, 1964 yılında ırkçılığı ve ayrımcılığı kaldıran Sivil Haklar Yasası, 1965 yılında ise Oy Hakkı Yasası çıktı. Böylelikle, ırkçılık Amerika’da yasal olarak sonlandırılmış oldu.
Bugüne gelindiğinde, siyahlar tüm sivil, siyasi ve sosyal haklarına kavuşmuş gibi görünmekte. Hatta, siyah bir Amerikan Başkanı iş başında.
Ancak, ırkçılık ve ayrımcılık hâlen devam etmekte. Büyük ilerlemeler kaydetmiş olsalar da, siyahlar hâlâ tam anlamıyla eşit vatandaşlar olamıyor.
Mesela, şu anda Amerika’da her 15 siyah erkekten biri hapiste. Siyahlar Amerikan nüfusunun yaklaşık yüzde 13’ünü oluşturmasına rağmen, hapishanelerdeki siyah tutuklu oranı yüzde 44. Amerika’da bugünkü tutuklu veya gözetim altında olan siyah sayısı 1850 yılında var olan toplam köle sayısından daha fazla. Her 13 Afrikalı-Amerikalı’dan biri seçimlerde eski hükümlü olduğundan dolayı oy veremiyor (www.huffingtonpost.com).
Sağlık sigortası olmayan beyazların oranı yüzde 12 iken, siyahların yüzde 21’i herhangi bir sağlık güvencesinden yoksun hayatlarını sürdürmekte.
2010 yılı verilerine göre, Amerika Birleşik Devletleri’nde beyazlar, siyahların ortalama 22 katı varlığa sahip. Öte yandan, beyaz nüfuz arasında işsizlik oranı yüzde 7,4 iken siyahlar arasında bu rakam yüzde 13,6’ya çıkmakta (CNN, 21.07.2012).
Evet, Barack Obama siyah bir başkan. Yeminini Martin Luther King Günü’nde, Martin Luther King’in kullandığı İncil’e el basarak yaptı. Kullandığı semboller ve referanslar sağlam ama henüz siyahların durumunda herhangi bir iyileşme görülmemekte.
Sonuçta, rakamların işaret ettiği sinsi ırkçılığın kökünün kazınması işi, hükümete baskı kuracak toplumsal hareketlere ve sivil topluma düşüyor.
***
Dönelim genel sorulara. Kölelik karşıtı hareketin gelişimi gösteriyor ki, tarihsel dönüşümler sadece ulu önderlerin, her şeye muktedir lider ve elitlerin sayesinde gerçekleşmiyor. Bu dönüşümlerin önünü açan ve yönünü belirleyen, toplumun içinden gelen hak talepleri ve mücadeleler.
Demokrasi denen sistem de belki de hiç tamamlanmayan bir süreç. Her ne kadar toplumsal mücadeleler sonunda hakların alanı genişletiliyorsa da, bazen anayasal güvenceler bile kâr etmemekte. Yasalar uygulamaya geçirilememekte. Ya da benzer sorunlar başka şekillerde hortlamakta.
Kıssadan çıkarılacak hisseye gelince. Hemen her devlet ve toplum kendi siyahlarını yaratmış durumda. Türkiye’nin dışlanmışlarının sayısı da epey kabarık. Her ne kadar Kürtler, Ermeniler, Aleviler, kadınlar ve eşcinseller kağıt üzerinde vatandaş sayılsalar da, bugüne kadar vatandaşlık haklarından eşit şekilde nasiplerini alamamışlar.
Ve son zamanlarda, barış süreciyle başlayan bir umut doğdu. Bu belki de eşit ve genişletilmiş vatandaşlık haklarının kazanımı için zemin oluşturacak. Sağlanacak olası bir barış durumu karşısında “bu iş artık bitti” deyip rehavete düşmemek gerek.
Tüm grupları kapsayacak genişletilmiş vatandaşlık haklarının anayasayla garanti altına alınması lazım. Ki bu da yetmiyor. Devamında yasaların uygulanması ve hak eşitliğinin toplumsal hayatın her alanına nüfuz etmesi için sabır ve inatla mücadele etmek gerek.
Eğer, ikna olmadıysanız, tekrar bkz.: Amerikalı siyahların tarihi…