Ne zaman ‘kentsel dönüşüm’ ile ilgili bir haber okusam, duysam onca hatıranın yerle bir edildiğini düşünürüm. Kendi elleriyle ‘karlılık’ adına, ‘güvenlik’ gerekçesiyle küçüklü, büyüklü müteahhitlerin ellerine evlerini teslim edenlerin içi hiç sızlamaz mı? Bir mahallenin yok edilmesi, çocukluluğunun çalınmasıdır biraz da. Kendi biricik hayatının kısa geçmişine sahip çıkamayanlar hangi tarihsel bilgiyle kökene tutunabilecekler bilmiyorum.
Geçen hafta Maltepe semtinde kilolarca dinamitle yıkılamayan apartmanın onurlu direnişi bana eski bir öykümü hatırlattı. Sizle paylaşmak istedim.
Kiraz ağacı
Çocukluğumda gördüğüm en büyük ağaçtı Hakkı Bey’in arka bahçesindeki kiraz ağcı. Tüm mahalleliyi yaz boyunca doyururdu. Dalları dört katlı apartmanın en üst katına kadar uzanırdı. Hakkı Bey ise günün her saati elinde su, ağaca çıkan çocukları avlardı. Yaz boyunca arka bahçenin, balkonda yaşayan korkuluğuydu ihtiyar adam.
Karşı apartmandan, odamın penceresinden onu seyrederdim, saklanıp, çocukların ağaca tırmanmalarını bekler sonra suları üzerlerine boca ederdi. ‘hadii piç kuruları, defolup gidin bahçemden’ diye bağırırken yüzünde gerilen kasların hınç mı, keyif mi barındırdığını ayıramazdım. Gri, bazen de soluk mavi pijaması hiç çıkmazdı üstünden. Kahvaltı orada yapılır, gazete orada okunur, uyuklamalar, öğlen yemekleri, kahve saati, yatana kadar daha yapılacak ne varsa o balkonda yaşanırdı. Eski evlerin şansıydı geniş balkonlar, arka bahçeler.
Annemin söylediğine göre Sümerbank emeklisiymiş Hakkı Bey. Babadan zenginlermiş, apartman onunmuş. Ama para ile de saadet olmuyormuş. Karısı yatalakmış, çok çekmişler karı koca. Kadın ölünce çok yalnız kalmış Hakkı Bey. Bakkalda her karşılaştıklarında mutlaka hal hatır soran kibar adam epey değişmiş bu ölümün ardından. Mahalleli ile karısının kırkı çıktıktan sonra hiç görüşmemiş. Karısının bakıcısı eve gelmeye devam etmiş, artık Hakkı Bey’le ilgileniyormuş. O da gudubetin tekiymiş zaten, iki çift laf edip dedikodu vermiyormuş kimsenin ağzına.
Bana kalırsa tüm kış evin içinde çok sıkılıyor ve kirazın çiçeklenmesi ile içine bir heyecan doluyordu Hakkı Bey’in. Yaz gelecek ve arka bahçesi şenlenecek diye bekliyordu. O da, ben de. Bahçesinden kovaladığı çocuklar onun özlemle beklediği ziyaretçileriydi. Bunun oyun olduğunu bilen mahalleli de ona kızmıyor, çocuklarının başına çok kötü bir şey gelmeyeceğinden emin, tebessüm ediyorlardı ıslanmalarına. Kirazı tatlandıran bu haydutluk halini iç geçirerek izlerdim. O ağaca hiç tırmanamamış olmak, yediğim her şeyin tadını yavanlaştırırdı.
Bugün gazetede ‘Kiraz Ağacının Laneti’ manşetini okuyunca, haberin devamını okuyamadan aklım yıllar önce olanlara gitmişti. Hakkı Bey’e ve kiraz ağcına. Beni ayakta tutan deli ihtiyara. Sanki o günden beri durmadan her yerde ağaçları kesiyorlardı. Balkonsuz, arka bahçesiz evler, kocaman sitelerde zorla yaşatılıyorduk. Plastik kokulu parklarda, iç güdüleri kaybolmuş çocuklar okullarda oyun oynamayı öğreniyorlardı. Dokusunu yitiren, sessizleşen mahalleler, çocuksuz mahalleler, sessiz... Tüm bunlar kiraz ağcının lanetiydi işte.
Hakkı Bey’in apartmanı çok eskiydi. ‘... Mütahitle anlaşmışlar ayol, yepyeni dört daire vereceklermiş, hayırsız oğlu da çıkar yakında piyasaya. Hımm... yaaa... tabii. Ocakta yemeğim var hadi sonra konuşuruz, kahveye gel yarın sabah da anlatayım devamını ...’’ Annemin bu telefon konuşmasının ardından iki ay geçmişti ki meyveleri daha üzerindeyken arka bahçedeki elma, erik ağaçlarıyla beraber kocaman kiraz ağacını kökünden kestiler. Ben camın ardından, mahallenin diğer çocukları kirazın başında hüngür hüngür ağladık. Biri daha vardı ağlayan, Hakkı Bey. Ölü ağacın dalları yerde serili, kirazlar öylece kendilerini vermişken kimse bir tane bile kopartıp yiyememişti. Sonra tek tek daireler boşalmış, camlar çerçeveler, kapılar sökülmüş ve beklenen olmuş buldozerler gelip asırlık apartmanı tozla buz etmişlerdi. Hokus pokus her şey bitmişti kısa sürede.
Yıkılması çok kısa zamanda olan apartmanın tamamlanması öyle kolay olmamıştı. Bir sürü terslikler, anlaşmazlıklar yüzünden bitmek bilmemişti. Biz karşı apartmandan çoktan taşınmıştık, mahallenin çocukları da büyümüştü o sırada. Ben yedi yaşımda arabanın arka koltuğundan dışarı fırladıktan sonra herkesten çok önce büyümüştüm zaten. Bir anda olmuştu her şey, hep öyle oluyordu bir anda...
Camdan baktığımda sadece inşaat makineleri, kazılan toprak, dökülen beton, işçiler görünürdü. Gürültü, toz toprak yüzünden ne uyunabiliyordu huzurla, ne nefes alınabiliyordu o zamanlar. Camdan bakmak dışarıyla kurduğum en sıcak bağken, dünyamı yıkmış yeniden yapamıyorlardı. Hakkı Bey’e ne olduğunu kaç kez sorduysam annem geçiştirmişti. Benim düşünmek ve düşlemek için çok zamanım oluyordu, o yüzden türlü hikayeler yakıştırıyordum Hakkı Bey’e. Benim için geri dönüyordu, inşaatı durduruyordu, temeline kiraz ağcını tekrar dikiyordu, apartman tamamlanınca kiraz ağacının dalları bütün camları kırıp pencerelerden dışarı fışkırıyordu. Ben dahil bütün mahalleli o dallara kirazlar gibi asılıyorduk, ikili, üçlü. Soluk mavi pijamasıyla Hakkı Bey ağacın başında bu kez ona su veriyordu...
Gerçekte Hakkı Bey doğup büyüdüğü, karısıyla, oğluyla bir ömür geçirdiği apartmandan taşınmak zorunda bırakılınca kiraz ağacı gibi kesilmiş atılmıştı hayattan. Beynine pıhtı atınca eli ayağa tutmaz olmuş, konuşamamış, yiyememiş, öylece eriyip dört, beş yılın içinde kaybolmuştu. Keşke doğru olan bu değil de benim düşlediklerim olsaydı. Annem eski mahalleden komşularla konuşurken duymuştum rahmetli Hakkı Bey’in oğlu yüzünden başına gelenleri. Ama o da hayrını göremiyormuş apartmanın, inşaat bilmem kaçıncı kez durdurulmuş. Temeli sürekli çöküyormuş.
Kiraz ağcının laneti gerçekti. Haberi okumaya gerek yoktu. Olsa olsa bu hikayenin devamıydı gazetede yazanlar. Çocukluğumuzdan sökülen her parçanın bir laneti vardı. Gökten üç lanet düşecekti dünyaya, biri kiraz ağcının, biri benim olmayan bacaklarımın, biri de Hakkı Bey’in laneti olacaktı.