Aytun Aktan

03 Nisan 2016

İçimizde büyüyen gizli düşman; kanser

Sanmıyorum ki hayatının bir yerinde kanser ile ilgili bir sürece dokunmamış birileri olsun

Bu hafta, 1–7 Nisan kanser haftası. Çeşitli toplantılarda kanser hastalığına ilişkin korunma yolları, erken tanı yöntemleri ve tedavileri hem sağlık çalışanlarına, hem de halka anlatılıyor. Farkındalık çok önemli. Bu da tehlikelerin nerelerden gelebileceğini öğrenmek, dolayısıyla da tedbir almak demek. Düzenli kontroller sayesinde erken tanı alabilen kanserler bir tarafıyla da tedavi edilebilirlikleri en yüksek olanlar. Kanser kontrolsüz hücre çoğalması demek. Buna sebep olabilecek genetik yatkınlıklar, kötü beslenme, sigara, alkol, ilaçlar, kimyasallar, soluduğumuz havaya kadar öyle çok şey var ki. Bir de bunun yanında ‘kötü şans’ tabir edilen, hiç nedensiz seçtiği bedenler var. Sanmıyorum ki hayatının bir yerinde kanser ile ilgili bir sürece dokunmamış birileri olsun. Kendimiz, ailemiz, arkadaşlarımız, komşumuz, hastalarımız, onların tanıdıkları illa biliyoruz ne kadar zor bir süreç olduğunu.

Bugün bilinçlendirme yazısı yok. Kanser nedeniyle hayatımdan kopan çok kıymetlilerim için bir anma diyebileceğim öykümü paylaşacağım. Hasretle, hepinizi çok özlüyorum...

 

Çiğdem

Başımı dizilerine yaslayıp uzanmıştım. Saçlarımı seviyordun. İkimiz de daha böyle kaç gecemiz var bilmiyorduk. Akşamlar serin, hazirandaydık. Ayaklarım buz kesmişti. Yaz kış çorap giyişine gülsem de haklıydın galiba. Başımı kaldıramadığımdan ayaklarımın birini diğerinin arasına nöbetleşe sokup ısıtmaya çalışıyordum.

“Çiğdem geceyi ve kötü havayı sevmez. Adıyla münhasırdır” dedim.

Gülüp bana “Hadi oradan serseri. Dolunaya baksana ne güzel. Hem ben geceyi çok severim bilirsin, herkes el ayak çektiğinde sokağı dinlemek hoşuma gider” dedin.

“Ağrın var mı?” dedim korkarak.

Sessizlik oldu bir kaç saniye ama doğru cevabı bulmana yetmedi, “Evet, sabahtan beri... İlaçlar da yetmiyor artık.” Sesindeki sükunete hayrandım.

Nasıl yapıyordun bunu? Kanser içini yiye yiye, kendine boşluklar açarken sen sessizce kabul ediyordun başına gelenleri. Karnın kocaman, bacakların çırpı gibi kalmıştı. Öğürtülerine uyandığım seyrek sabahlar bitmişti. Artık günün her saati elinde torban, yiyemediğin ne varsa ona tükürüyordun.

Kafamı kaldırmak istedim, sen güçsüz ellerinle durdurdun. “Yat, kalkma. Geçer şimdi.” Yerdeki torbaya uzandım, içinde bulamaç olmuş akşam yemeğin vardı. Kokusundan artık rahatsız olmadığım öğünlerin. Başlangıçta sen kustukça ardından ben kusardım. Üstelik de bilmediğini sanırdım. Ne aptallık, ayrı odalarda ağlar, aynı odalarda güçlü görünürdük birbirimize.

“Dur bekle, biraz su getireyim sana”. Doğruldum, yüzüne baktım. Gözlerinin altı her gün daha da siyahlaşıyordu. Zeytin gözlerindeki tek renk laciverte dönen gözakındı. Dudakların kupkuruydu. Biraz içinde tutabilsen yediklerini iyileşecekti seni sanki.

“Ben biraz yatsam mı?”

“Uyuyamayacaksın ki, gel yer değiştirelim, sen yat dizime. Hem konuşalım biraz. Sabah beni kovaladın ya evden. Çok fena bir şey oluyordu, Allahtan son anda kırdım direksiyonu. Pakize’yi de iyi ki Ankara’da bırakmışız, o geldi aklıma. Burada O da eziliverirdi maazallah. Hem çok tüy döküyor canım...”

Suyu uzattım. “Masaya koy istemiyorum şimdi. Ezdin mi kediyi?” Ellerine bakıyordum, kemikten ellerine, titriyorlardı.

“Yooo, dedim ya kurtardım son anda ama bizimki de atlar bunlar gibi yola, bir de onun acısına katlanamam valla” dedim ve cama çevirdim kafamı. Uzaklara bakınca söylediğimin ağırlığı dağılacak sandım.

“Yastığı uzatsana” dedin, söylediklerimi istediğin kadar duyma taklidi yapıp, her şeyi anlayarak...

“Dur geldim koy başını, yat hadi. Ben de seni seveyim biraz pisicik” dedim. Ellerimi koydum başına. Ne güzeldi senin siyah kıvır kıvır saçların. İçinde gezdirirdim parmaklarımı, dolaşmış tellerini açardım tek tek. Terlemiş, bir günlük sakallı adamların suratları gibiydi başın şimdi elimin altında. Eğildim öptüm.

“Bugün kapının önüne bile çıkamadım biliyor musun? Dönsek mi artık? Buralarda ölürsem benimle uğraşma bir başına” dedin, sanki başka birinin ölümünden konuşur gibiydin.

“Ne ölmesi yahu, ne uğraşması. Sen ne zaman istersen döneriz. Dur bir dakika ateşin mi var senin? Başın yanıyor”. Sırtını yokladım, sırılsıklamdı. Tüm kaburgalarını, omurgalarını sayabilirdim. ‘Ben niye böyle zayıfladım halime bak’ deyip odandan yarı çıplak, memelerini ellerinle kapatarak gelişin, benim dehşet içinde davul gibi şişmiş karnına ve sırtındaki kemik yığınına bakışım dün gibiydi. Sadece dört aydı oysa, nasıl da bambaşkalaşmıştın. Ruhun içinden çıkmaya çalışırken, saçsız, etsiz, mutsuz kalmıştın.

Masaya uzanıp suyu aldım, “Madem içmeyeceksin biraz yüzünü boynunu ovayım, iyi gelir”. Torbaya uzandın gene. Bir öğürtü, bir damla tükürük daha bıraktın içine.

“Banyo yaptırayım mı sana? Rahatlarsın, sonra da ilaçlarını alır uyursun.”

Kucağımdan kalkmadan başını bana çevirdin. “İyi gelir mi gerçekten? Sadece bir saat kesintisiz uyumak istiyorum, kemiklerim ağrıyor, karnım ağrıyor, nefesim ağrıyor...” gözlerinden yaşlar süzüldü, benimkiler de senin yüzüne.

Uyuyacaksın, geçecek demek istiyorum ama inliyorsun odanda. Yataktan fırlayıp seni öldüren kanseri içinden söküp atmak için karnını yarmak istiyorum, hiç bir halta yaramayan ilaçlarını alıp camdan fırlatmak istiyorum. Sesini duymamak için kulaklarımı tıkıyorum. Göbek deliğin görünmez oldu. Karnındaki su, ciğerlerini sıkıştırıyor. Küçük, hızlı, aç nefesler alıyorsun. Yetmiyor. Geçmiyor.

“İyi gelir tabii, ılık suyla ha ne dersin?” Teslim oluyor bakışların, yavaşça doğruluyorsun. Bana yaslanıp, kalıyorsun.

“Boş ver halim yok, odaya götür beni sadece” diyorsun, sonra gene o torba. Uzanıyorum. Seni diğer elimle tutup bedenime yaslıyorum. Birden ortalık kan oluyor, oluk oluk kan kusuyorsun. Öğüre öğüre, korkudan bağırıyoruz ikimiz de. Durmayacak, bitmeyecek sanıyorum. Bitiyor. Gözünden yaşlar akarken bayılıp kalıyorsun.

“Sakın ölme, ben bir başıma naparım? Naparım...” Ağzının içindeki kanları temizliyorum, inliyorsun, kalan suyla yüzünü yıkıyorum. Başın göğsümde sımsıkı sarılıyorum küçücük kalan bedenine. Daha sıksam paramparça olacak gövdenden çıkmaya çalışan canının nefesi pas kokuyor. Ne kadar süreceğini bilmediğim bu lanetten öl ve kurtul istiyorum ve aldığın her nefeste yanında kalabilmek için her gün dua ediyorum, bir fazla gün daha diye. Dolunay küçülmüş, uzakta. Çiğdem geceyi ve kötü havaları sevmez. Birkaç saat daha, sonra sabah olacak, önümüzde kocaman bir yaz, Yalıkavak’taki ilk yazımız. Hadi dayan Çiğdem, sakın ölme.