Sizi alıp başka diyarlara götürmek istiyorum. Benim serüvenimi okumaya, okurken nefes nefese kalmaya ne dersiniz? Bu hikâye nerede başladı, ne zaman tutkuya dönüştü söylemek güç aslında. Pat diye içine düşün öyleyse, hadi.
Koşma eyleminin kendisi en az on yıllık, sonrasında yarışlarla bunu taçlandırmak ise hikâyenin son üç dört yılı aslında. Giderek artan mesafeler işin doğasında var.
Aylardan haziran. O vakte kadar yurt içi, yurt dışı beş yarı maraton koşulmuş, daha kısa mesafe yarışlarda iyi hızlara ulaşılmış ama bir türlü maraton için cesaret toplayamamış olan ben ‘Longest Day 2015’ yarışına bu kez asfalt ve şehir içinden vazgeçip orman, dağ, patika koşusu yapmak için kaydoldum. Kemal ve Gözde’yle Kıyıköy’e bir gün önce gidip çadırda kaldık. Sabaha kadar her dakikasını saydığım, sırtımın, belimin rahat etmesi ve donmamak için büzüşerek, kozamda uyumaya çalışarak geçen gecenin sabahındaki gün doğumu deniz kıyısında harikaydı.
21 Haziran en uzun gün, hadi bakalım koşun koşabildiğiniz kadar durumları. Önce bilgilendirme, rota anlatımı, zorunlu malzemelerin teyidi ve yarış başlar. O da ne? Patikalar, tırmanışlar, kayalıklar içinde zavallı ayak bileklerim savunmasız, kalbim ağzımda atıyor, yokuş inişlerine sevinmek mümkün değil, tehlikelerle, sürprizlerle dolu. Uzun parkur 17 km, kısası 6 km. Bizim plan iki uzun yapmaktı. Tabii antrenmanlı da olsak bu dağ kafasının bambaşka bir şey olduğunu yaşayarak öğrenen bizler ağzımızın payını alıp yarışın ilk 17 km sonrası ‘bize yeter’ dedik. Meğer o sırada damarlarımıza ‘sahne tozu’ dediklerine benzer bir zehir girmiş. Dağ maratonları.
Ameliyathaneden maratona...
Ertesi gün ameliyathanede bir arkadaşıma heyecanla yarışı anlatıyorum; “17 km, ama 21 efektindeydi, bak nerelere tırmandık, görüyor musun? Burası 320 metre civarında...”
Söze başka bir cerrah katıldı ve Kaçkar Maratonu’na katılacağından bahsetti, “Kapadokya’da iki yarış var bir bak istersen” dedi. İşte asıl hikâye de buradan sonra başladı.
Kendimi Youtube’da ultra trail videoları seyrederken, koşu dergilerinde efsane isimlerin hikâyelerini okurken bulmaya başladım. İlham vericiydi.
“The North Face Kapadokya Utra Trail 2015” sayfasını incelediğimde bana uygun yarışı bulmuştum; 30 km. Ve kaydımı hemen yaptırdım.
Zaman kaybetmeden büyük bir heyecanla otel ve uçak rezervasyonlarımı da tamamlayıp kendimi bağlamış oldum. Önümde 3,5 ay vardı. Tatiller, kongreler, sıcak bir yaz hiçbiri yılgınlık sebebi olamazdı. Bavulda koşu ayakkabısı, fazladan birkaç malzeme ne kadar yer tutardı ki, zaten bilmediğim şehirleri koşarak keşfetmek de ayrı bir zevk haline gelmişti son yıllarda. Sıcak ve nemden kaçmak için de sabah altı yerine beşte uyanabiliyordum. Hastalarım tarafından da olur olmadık saatlerde gelen telefonlarla sanki hiç uyumamışım gibi hazır ola geçmek günlük rutinim olabildiği için zevkim için uyanmak dert değildi. Antrenmanlarım tüm ciddiyetiyle devam ediyordu, sol ayağımdaki vidanın çıkartılma ameliyatını da ertelemiştim.
Zaman yaklaştıkça antrenörümle ağlatan çalışmalar, merdiven ve interval çalışmaları, kısa uzun koşular, malzemeli koşular, hasta olmamak için avuç avuç yutulan vitaminler ve tüm bunlara rağmen anlamsızca alınan 2,5 kilo. Deli olacaktım, kilo vermem gerekirken yarışa doğru ağırlaşıyordum. Neyse tüm bunlardan zevk alıyordum yanlış anlaşılmasın. Sonuçta profesyonel meslek doktorluk, ameliyatlar, doğumlar tüm hızıyla devam ederken az önce söylediklerimi yaparken dinleniyordum, kafa ne kadar gidikse anlayın işte.
Hayatımın deneyimi olarak hedefe koymuştum hastalık, sakatlık olmadığı sürece bu yarış 24 Ekim’de koşulacaktı. On gün kala 30 km mesafesinin 36 km’ye çıktığını öğrendiğimde Çizmeli Kedi bakışı yüzümde belirmedi desem yalan olur. Malzeme seçimi çok önemliydi. Ayakkabı için epey uğraş verdim, ama sonunda Mizuno ve özel tabanlığım en konforlu seçim oldu. Ta ki sağanak yağış altında yarışa başlayana kadar.
Ve Nevşehir...
Hava durumu kontrolü, son bir hafta günde 3-4 kez. Sanki sık kontrol edersem ve çok istesem cumartesi için görünen sağanak yağışı durdurabilirmişim gibi geldi. Kıyafet seçimlerini alternatifi olarak hazırladım. Perşembe gecesi Borusan Filarmoni’nin açılış konseri ile ruhumun beslenmesini de tamamlayıp cuma sabahı erkenden havaalanındaydım. Uçakta henüz tanışmadığımız ama dönüşe kadar birçoğu ile şahsen ya da simaen tanışık olacağımız koşucularla birlikte Nevşehir Havaalanı’na ulaştık. Yarış organizasyonunun transfer aracı yarışçıları tek tek otellerine bıraktı.
Otelim yarış başlangıç noktasına 100 metreydi. Ve tertemizdi. Oda hazırlanana kadar kısa bir keşif turu, kahvaltı, uçakta unutulan kitap yerine kırtasiyeden alınan okunabilir bir roman ile otele döndüm. Yarış malzemelerini alıp kayıt noktasına gittim, yarış kitimi aldım, yalnız tedirgin bir hâlim vardı. Aslında çok girişken bir tipimdir ama bir şeyler olmuştu pısmıştım. Tıpkı ilk Avrasya yarışındaki gibiydim, etrafı izliyordum, insanların ayakkabılarını, çantalarını, vücutlarını vs. dikizliyordum. Şöyle acıklı bir durum vardı; benim hayatımın en uzun mesafesi yarışın en kısa mesafesiydi L. N’apalım seneye de el arttırıp 60 km koşacaktım, bu gerçekten kaçınılmazdı.
Akşam yarış brifingi için toplandık, ardından yemek için meydana yürüdük. Çok güzeldi, tanışmalar başlamıştı. Birbirinin dilini anlayan, koştuğun için sana deli muamelesi yapmayan, birbirinden alakasız işlerle uğraşan güzel yürekli insanlarla beraberdim.
91 doğumlu 110 km’ye kayıtlı Ali’ye “benim yaşıma gelince acaba onu neyin mutlu edeceğini” sormaktan kendimi alamadım mesela. Hava serinleşmeye, rüzgâr esmeye başlamıştı, yağmur geliyordu. Gece güzel bir uykudan sonra sabah 110 km ve 60 km yarışçılarının çıkışını görmek için erken kalktım.
Bilemezdim ki inişler daha korkunç olacak!
Onlar saat 7’de start aldılar. Ben de yağmur yağmamasından mutlu odama dönüp hazırlandım. Su mataramı doldururken, cama damlalar çarpmaya başladı. Şaka olmalıydı, kıyafetlerimi değiştirip kahvaltıya geçtim. Yağmur tüm hızıyla devam ediyordu, artık her yer çamur olmuştu bile. Konformist bir koşucunun burada işi olamazdı, hemen kendime geldim. Saat 10’da başlayacak koşu için meydana gittim, ıslanmıştım bile ve ayakkabımın için suyun dolmasıyla yaşadığım ilk vahlanma dakikalar içinde çamur çukurlarına girip çıkarken bitmişti. Ankara’dan gelen Funda’yla ilk km’leri birlikte devam edip kısa sürede birbirimizden ayrılmıştık. Ve tüm yarış boyunca birçok arkadaş edinmiştim, şimdi düşünüyorum da ne tatlı bir deneyimdi.
Tekrar start noktasına kısa bir dönüş yaparsam, yağmur resmen alay ediyordu, artık hepimizi bir gülme almıştı. Numara kontrolleri yapılmıştı. Yeterli ısınma, gerilme yapamadan yağmurdan kurtulmaya çalışıyorduk. Önümdeki koşucunun ikinci katılımıydı, “Yarışı üçe ayırmıştım geçen sene ve 20 km’ye gelene kadar hiçbir şey anlamayacaksınız, asıl yarış son 1/3’te başlayacak” dedi.
Niye duyduysam bunu, beynimin bir yerine not alındı tabii. Brifing sırasında bahsedilen ipli inişi dinlememiştim mesela ya da başka bir arkadaşım “Merdivenli inişler var, oralar tehlikeliymiş çok dikkatli ol” dediğinde hayalimde hiçbir şey canlanmamıştı. Bilmemek bazen özgürlük ve cesaret getirir ya öyle daldım yarışa. Tek korkum dik tırmanışlardı, bilemezdim ki inişler daha korkunç olacak. Ama aklımdaki tek şey sakatlanmadan, keyif alarak bu 36 km’yi bitirmekti, sürenin hiçbir önemi yoktu. Kendime bitirme sözü verdiğim, aylardır hazırlandığım, o nedenle de her dakikasını içime hapsedeceğim bir deneyimdi.
Yağmur, çamur, balçık ve Funda’ya veda
3, 2, 1 ve start verildi. Yokuştan birikerek inen suların içinden koşarken, bir yandan da çatılardan borularla yola akıtılan sular tepemizden akıyordu, yağmur zaten yağıyordu. Islaklığı hissedin istiyorum. Ceylanlar gibi sekerek sulardan kaçmak çok anlamsızdı, birazdan da araziye geçmiş ve bunu çamur ve balçıkla perçinlemiştim. Yarışa birlikte başladığım Funda’yı kısa sürede bırakmıştım, öyle anlaşmıştık, herkesin direnç, dayanıklılık noktaları farklı olacağı için yolculukta yalnızdık. Daha önce de söylediğim gibi yol boyunca o kadar çok koşucuyla tanıştık ve yol arkadaşlığı dışında yardımlaşma yaptık ki bu asla unutamayacağım bir güven duygusuydu.
Kilometreler ilerliyordu ve yaklaşık 7. km’ye kadar aklıma saatime bakmak gelmedi. Islanınca derimden ozmosla sıvı aldığımı sandım herhalde sırtımda taşıdığım sudan hiç içmediğimi hatırladım.
Sıvı alımı çok önemliydi, azı zarardı ama çoğunun da ne gibi dertler açabileceğini geçmiş yarışlarda tecrübe etmiş biriydim, ‘çiş sorunsalı!’ Kadınlar için bu tam belaydı. Mesela arazide arkasından gelen olmadığına emin olunca yola işeyen koşucuya bağırıyordum, ‘bakmıyorum, bakmıyorum’ diye, düpedüz taciz ediyordum, ayakta işeyebilmeyi protesto ediyordum.
Yokuşlarda yavaşlamak ve yürümek ritmini birlikte devam ettiğimiz 8-10 kişi ile birlikte uyumla devam ettiriyordum, çünkü yürüyüşe geçememek benim en büyük sorunumdu. Oysa yarış uzundu ve enerji idareli harcanmalıydı.
Kasaba içlerinden ve köylerden geçerken destekçilerimiz vardı, kimisi pencereden fuck, fuck diye bağırıyordu, ne de olsa uluslararası bir yarıştı, tezahürat da evrensel bir dilde olmalıydıJ Alkışlayanlar, pencerelerinden el sallayanlar, genç yaşlı bir sürü insan vardı. Arazide bu sesleri duymak zor olduğu için kısa süreli medeniyet aralıklarında gaz alıyorduk.
İlk büyük yokuşu bağıra bağıra indim
İlk kontrol noktasına geldiğimde yağmurluğu sırt çantama tepiştirip, biraz su içip oyalanmadan çıkış yaptım, saati sorduğumda 11:30 olduğunu öğrendim. Antrenmanlarda bu sürede 15-16 km bitiriyorken burada 10,5 km ancak bitmişti, ne tırmanışlar, inişler vardı hız kesen anlayın.
Arazi içindeki işaretlemeler birkaç nokta dışında çok iyiydi. Mesela 1. kontrol noktasından çıktıktan kısa süre sonra minibüs üstündeki sarı oklar oldukça manidar Karadeniz fıkrası gibiydi. Bu detayları fark edip gülümsüyor olabilmeye beynime o sırada kan akışının devam ettiğinin kanıtı olarak bakıyorum, çünkü finale yakın yaptığım şeyi hiç hatırlamıyorum, sonra anlatırım.
Arada kendime videolar çekiyordum, sonra seyrederken çok kıymetli anılar olurlar umuduyla. 15. km’de ilk büyük inişi görünce geride bıraktıklarımızın bir şey olmadığını anladım. Bunu en büyük ve zor sanışım da ayrı bir saflıktı, tabii. Başta bahsedilen tehlikeli merdiveni orası sanmıştım mesela. Bağıra bağıra indim aşağıya.
Tabii ki Unesco Kültür Mirası sevgili Kapadokya’da ne tepelerin, ne de inişlerin sonu vardı. Etrafı seyretmek isteğiyle kafamı her kaldırdığımda ya kaydım çamurda, ya kafama, gözüme dallar girdi. Vazgeçtim, önüne bak kızım dedim sakatlanacaksın yoksa.
Yağmur durmuştu birinci saatin sonunda ama bize misler gibi çamur bırakmıştı, olsun toz olmasının önüne geçmişti ve astımım sorun olmaktan çıkmıştı. İçimdeki küçük Polyanna’yı susturamıyordum.
Öyle yerler vardı ki bir kişi zor geçiyordu, o nedenle sıra halinde en öndeki koşucunun hızına uyup devam ediyordum. Kimsenin bir diğerini geçme telaşı yoktu, öyle bir coğrafi koşul da mümkün değildi. Yarışı derece için koşanlar çoktan bize saat farkı atarak önden gitmişlerdi. Keyif koşucularıyla ama yarış disiplininden ayrılmadan devam ediyorduk. Koşabileceğimiz ilk uygun arazide son sürat koşmaya başlıyorduk hep birlikte.
Ve benim için yarışın bitme olasılığı olan ilk nokta gelip çatmıştı. Benden Jane olmamı bekliyorlardı. Tek tek halata tutunarak dağcılar gibi iniş yapmamız gereken bir kayalık vardı. Allahım ben ağaca tırmanamadım çocukluğumda özgürce, inmeyi beceremediğim için, neden beni bununla sınıyorsun? Ola ki düştün direkt kafa, kol kayalara çakılıyorsun. Öyle bir yerde ki yarışı bırakamazsın, kaza olsa yardım ekibi seni alamaz. Yapacaksın kızım dedim gene kendime sonra en tatlı sesimle yanımdaki koşucuya dönüp bana yardım için beklemesini rica ettim. Ve inmiştim, kendime inanamıyordum, avazım çıktığı kadar bağırıyorum. Beni yıkamazlar artık diye. Önümüze dere falan koymuş olmasınlar hayatta kalmak için onu da yüzdürebilirler derken gerçekten böyle bir yer geldi, ama tahta geçitler yapmışlardı üstüne. Çamurlu ayaklarımla harika kayak deneyimi de yaşamış oldum. Pek tabii benim çanak da bu deneyimden payına düşeni aldı. Ellerimi kesen halattan kanayan avucum çamurla pansuman oldu.
Yarışın benim için ikinci kez bittiği an!
At çiftliğine geldiğimizde kaç km oldu acaba diye aklıma geldi 21. km civarındaydım. İkinci kontrol noktasına az kalmıştı. İkinci enerji jelini de kullanmıştım, çantamın dibinde kalan suyu da vücudumla ısıtmış çay demlesen içilecek kıvama getirmiştim. Kontrol noktasına varmak o kadar kolay olmamalıydı, önce güzelce bir rampa, ardından dönerek Arnavut kaldırımlı yoldan iniş ve işte 1 km kaldı yazısı.
Ürgüp’ten başlayan yarışın İbrahimpaşa’daki birinci kontrol noktasından sonra asıl ihtiyaç molası ve destek ünitesi olan Göreme’ye gelmiştik. Artık maksimum tepe noktası 930 metrenin üzerine çıkmayacaktık, ama iniş çıkışlar devam edecekti. Ağzıma her şeyi tıktım, suyumu içtim, çantamın eksiklerini tamamladım. Acaba çişim gelmiş olabilir mi diye tuvalete gittim, korku fena bir şey, iki üç damla dışında her içtiğimi terle atmıştım anlaşılan. Hava da çok tatlı olmuştu, güneş açmıştı, gökyüzü masmaviydi. Yarışın başında tanıştığımız Leyla ve Turan ile birlikte kontrol noktasından ayrıldık ve kısa bir medeniyet içi koşu sonrası gene patikadaydık.
O da ne, yolumuzun üstünde eni insan boyunda bir ağaç devrilmiş ve yolu kapatmıştı. Tabii işaretlemeler sırasında da devrik olduğunu hepimiz biliyorduk. Oraya kadar birkaç kez gelen krampları düşünce gücüyle yenebilmiştim. Ama ayağımı ağacım üstüne doğru attığım anda acı içinde kıvrandım. Beklediğim gibi, diğer bacağımı denedim ve aynısı. Kasıklarımdan giren kramp benim oradan geçmeme engeldi. Ağacın üzerinde bekleyen yeni bir kahramanım vardı ve beni tüm ağırlığımla ağacın üstüne çekti. Bir dizi film sahnesi olsaydı, romantik müzik eşliğinde birbirimize uzun uzun bakıp on dakikayı doldurabilirdik. Leyla o sırada bana magnezyum tozunu uzattığı sırada ne göz, ne romantiklik aklımdaydı, paketi yaladım yuttum hemen.
Gene tek sıra halinde ilerliyorduk. Sohbet etmek bu sırada mümkün oluyordu. İleride bizi bekleyen tehlikeden habersiz safça ilerliyorduk. Kayalıklardan iniyorduk, bir insan geçişinin bile zor olduğu dar kanallardan geçiyorduk ki, işte ikinci kez yarışın benim için bittiği an geldi. Doksan derece eğimde, inşaatlardaki ahşap merdivenlerle kayalıklardan iniş vardı. O merdivenin bu merdiven olduğunu ancak o zaman anladım. Ayakkabılarım çamur içinde, kaygan. Her merdivenin inişi sırasında Bismillah dedim, evet ben dedim baya bismillahlıktı yani. Ağacın üstüne beni çeken kahramanım, ona Tarzan demek istiyorum, beni merdivenlerde de bekledi. Sonra onunla epey sohbet ettik, birbirimizi gaza getirdik. Son altın vuruş yokuş (son olma umuduyla son tabii) 30. km civarında bizi birbirimizden ayırdı.
5 saat 24 dakika ve kendime minnet
Beynime kan gitmiyordu artık. Bundan sonrası spinal kord tarafından idare edildi. ODTÜ Dağcılık’tan olduğunu sohbet sırasında öğrendiğim Özgür ise finishe kadar yol arkadaşımdı. Son km’ler çok tatlı geçti. Koşma yürüme, koşma yürüme temposunda ama artık bitiyordu ve bitsin istemiyordum gerçekten de.
Gene kramplar bela olmaya başlamıştı, bir destek daha ve yola devam. El parmaklarım şişlikten kapanmıyordu. Son bir km’ye geldiğimizde hüzünlendiğimi söylemeliyim. O hüzün destekçilerin hadi az kaldı diye bağırmaları ve alkışlarıyla kayboldu. İçimden bir şey çıktı ve sanki yarışın ilk başındaymış gibi hoplayıp zıplamaya başladım. Akşam fotoğraflara bakınca başımdaki banttan tanıyarak sen niye bize hareket çektin, o sen miydin diyen Bilge’ye diyecek bir şey bulamadım. Hakikaten onlara niye böyle bir şey yapmıştım.
36. km ve küçük kramp krizinin ardından finish göründü. Çok mutluydum. Bağırış çağırış, alkış, ıslık harika bir andı. 5 saat 24 dakika ve boynuma takılan Finisher madalyası. Hayatta seni bundan sonra hiçbir şey yenemezmiş gibi hissettiğim bir an. İçimden kendime duyduğum minnet, sağlıklı olmaya tapınma, arınma anı. Onca kalabalığın içinde tek başıma nefesimi düzeltmeye çalışıyorum, ama yüzümdeki gülümseme öyle harika ki ben kendimi görebiliyordum. Hatıra fotoğrafları, yarış sırasında birlikte koştuğun arkadaşlarla konuşma, biraz bir şeyler yemeye çalışma, benden haber bekleyen herkese tek tek yarış bitiş fotoları gönderme, ama hep o gülümseme.
Dereceye bile girdiğimi sonradan öğreniyorum. 40 yaş üstü kadın koşucularda 7. olmuşum. Yaşlanmanın güzelleştirdiği anlardan biri daha. Heyt be yakışır. Yeni yarışın nasıl, nerede ve ne zaman olacağını geçiriyorum içimden. Bunu yaşadıktan sonra artık durmanın imkânsızlığı ortada. Başka bir yarış hikâyesinde görüşmek üzere.
Sağlıkla nefes aldığım her gün içimde sonsuz bir minnet var.