Yılmaz Güney’in (Altın Palmiye Ödülü/ 1988) ödül törenindeki jestine gönderme yapıp, sol yumruğunu havaya kaldırarak -aklı sıra- hem onu hem de bütün bir sol kültürü itibarsızlaştırma suikastında bulunuyor.
Hem de sahnede hem de 58. Antalya Film Festivali Altın Portakal ödül töreninde.
Orta sınıf çekirdek aile yapısına saplanıp kalmış, -bugün kadınların trajik sonunu besleyen- “Taş fırın erkek” söylemiyle hafızamıza kötücül bir tonla kazınan sıradan bir erkek oyuncu yapıyor bunu.
Sıradan derken, aynı sıradanlığın sıradan faşizmle ilintisini gözardı etmemek gerekiyor. Sıradan faşizm sahne alarak bir ödül hak etmiş, üstelik de elde ettiği başarıyı, kariyerini ikinci plana iterek “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” diyen bir kadının üzerinden yapıyor.
Yaşadığımız ülkede kadınlar her gün erkekler tarafından şiddete uğramakta, öldürülmekte. Üstelik, basit aylık bilançolar otuz günde kaç kadının öldürüldüğünün sayısal raporunu sunmaktayken oluyor işte bütün bunlar!
Söz konusu kişiye gelince, “Çocuklar Duymasın” adlı diziden tanıyoruz kendisini. Dizideki rolünü ise, tehditkar erilliği üzerine sevimli, tatlı serte maske geçirilmiş ama fena vuran bir erkek imgesi şeklinde tarif edebiliriz. Dizideki rolün güncel yaşamdaki uzantısı olarak, ailesi ve çevresiyle iletişimini kabadayılık jestleriyle baskın kılan bir erkek modeline yıllarca maruz kalmış bir toplum olarak son yaşananları normal bulanlar olabilir.
Toplumun bütün hücrelerine dizi filmler, şarkılar vb. şeklinde zerk edilen kültürel zehirlenmenin bir yansıması da olabilir tüm yaşananlar. Eskiden söz konusu kültürel empoze durumlarına ideoloji denirdi. Şimdi de aynı ifadeyi kullanmakta ısrar etmekte fayda var.
İdeoloji dersek belki, yaşadığı gerçekliğe yabancılaştırılmış bir toplumun içe patlamalarını daha iyi tarif edebiliriz.
Toplumun bireylerinin içe patlamasının kaynağında ideolojik baskılama yattığını söylemek hiç de abartı olmaz.
Yaşanan olayları, kendini ve yaşadığı gerçekliği tarif edemeyen, onun kültürel kodlarını çözemeyen kişiler yanlış nedenselliklerin peşinde olup kendilerinden bir hayli uzaklaştıklarında ne türden durumlarla karşılaşacaklarının bir örneği şeklinde gözlemleyebiliriz. Zaten, sosyal psikoloji biliminde örnek gösterilen olay/durumlara dikkat kesildiğimizde de aynı türden patlamaların bir toplumu nasıl karmaşaya kestiğini rahatlıkla görmek mümkün olacaktır.
Tabii, görmek isteyene!
Ama asıl konumuz, bir film festivali ödül töreninde, işi oyunculuk piyasasında bir rol kapıp, ekmeğini kazanmak zorunda olan bir kişinin, ödül almış bir sanatçıya yönelik tavrıyla ilgili.
Bu ülkenin sosyal psikologlarının, bilim insanlarının, sanatçılarının, düşünürlerinin absürtlük seviyesi bir hayli yukarılarda seyreden benzeri türden olayları nasıl değerlendirdiklerini çok merak ediyoruz!?
Bizleri nasıl bir son beklemekte örneğin!?
Yaşanan olayı saçma görüp gülüp geçmeli miyiz? Ya da hayal ettiği başarıyı yakalayamamış, vasatlık düzeyinde kalmış bir kişinin kıskançlığı olarak mı teslim etmeliyiz!?
İki yaklaşımın da işin içinde olduğu, daha büyük bir tehlike üzerinde durmakta fayda var gibi gözüküyor.
Zira, sürekli içe patlayan bir toplum ve onun bireylerini göz önünde bulundurduğumuzda, ırkçı/milliyetçi makro siyaset söylemini, çapsızlığına maske yaparak kullanan kişilerin neden olduğu manipülatif sonuçlar ağır olabilir. Karadağlı’nın kendini savunmak için sarf ettiği sözlerin zaten bu anlamda “Ne alaka!” şaşkınlığı yaratması bundan.
Görünen o ki, olanakların azalmasına bağlı olarak kıskançlığın, harisliğin öne geçtiği bir gerçeklik içindeyiz. Bu yüzden doğru tanımlamalar yapmak aciliyet arz ediyor.
Şimdi tekrar o anlara dönerek, sahneyi yeniden kuralım. Kara silüetlerin yanımıza kadar gelip, sevincimizi kirletmesine izin vermeden, Nihal Yalçın’ın o coşkulu, samimi sesine kulak verelim.
Çünkü, ister bir sanatçı, ister sıradan bir kişi olsun herkesin hak ettiği sevinci yaşamaya hakkı vardır.