Nasıl bir dünyayı özlediğimiz, hangi ideolojiyi savunduğumuz, kimin tarafında ya da karşısında olduğumuz gibi durumların ötesini yaşıyoruz şimdilerde. Hatta bütün bunların hiç bir önemi kalmadı demek daha doğru olacak. Çünkü, bugünlerde bütün mesele; olmak ya da olmamak da... İnsanlığın bu sorunsallığı tam bir çıplaklıkla –arada bir- yaşaması, zamanın döngüsünün bir kuralı olsa gerek. Bazı kavram ve saptamaların aradan değil yüzyıllar, binyıllar geçse de yaşamın temel kılavuzu olarak varlığını sürdürmesine bazen şaşırmadan edemiyor insan.
William Shakespeare, bir tregedya gerçeği olarak insanlığa hediye ettiği Hamlet (1599-1601) adlı oyunuyla, kendi çağından yüzlerce yıl sonra bazı toplumların trajediye mahkum olacağını bilemezdi tabii. Aslında Shekaspeare, Hamlet’in üçücüncü perdesinde oyunun trajik özünü açığa çıkaran o tek bir cümleyi, oyunu kurmadan da söyleyebilirdi diyesi geliyor insanın. “To be or not to be- that is the question/ Olmak ya da olmamak- işte bütün mesele bu!”
Öyle zaman olur ki, bazı toplumlar tam da bu sorunsalın üzerine basarlar. YSK’yla birlikte ülke olarak tam da bu sorunsalın üzerine basıyoruz. ‘Olmak ya da olmamak’ gibi keskin bir dönemeçteyiz de denilebilir buna. Öyle ki, burada ne sağ, ne sol, ne laiklik, ne muhafazakarlık ne iktidar, ne de muhalefet olmanın hiç bir hükmü yok. Aksine, bütün bu oluşumları bağlayan tek bir ortak nokta var ki, o da herkesi eşit oranda bağlayan hak ve adalet duygusu.
Ellerimizde kuru kafalarla...
Yanlış anlaşılmasın, iktidarlar kendi çıkarları gereği yasalara kılıflarını uydurup çiğneyebilir, adaletsizlikler yaşatabilirler. Tarih, güncel yaşam bunun örnekleriyle doludur. Biz de bunu biliriz zaten. Hatta öyle çok biliriz ki, doğduğumuz andan itibaren –adeta- doğal bir durummuş gibi algılarız. Ama ellerimizde kuru kafalarla mezarlıklarda gezinip, “olmak ya da olmamak...” dediğimiz anlar fazla değildir. İşte o anlarda varlık durumumuz çok acil sinyaller verdiği içindir bu. Beğendiklerimiz, beğenmediklerimiz çizgisi üzerinden sıralayabileceğimiz bütün farklılıkları; düşmanlıkları, sevgileri içeren ne kadar unsur varsa hepsinin ortak bastığı zemine bir şeyler oluyor demektir yani.
Bu aynı zamanda, -biraz daha- toplum ve bireyler olarak yaşamın en temel argümanlarını terk edeceğimiz anlamına gelmektedir ki, ölmek de bu anlamları yitirmeyle olur. İçleri boşaltılmış birer kuklalar olarak ileri geri, sağa sola mekanik devinimlerle gidip-gelen bir karaltı haline gelmek... Varlık sorunuyla karşı karşıya kalındığı keskin durumlar yaşıyoruz. Ardından, daha fazla korku, tedirginlik, yabancılaşma... gelecek.
Daha önce de ‘olmak ya da olmamak’ dönemeçlerini yaşadık. Ama sonra unuttuk. Bu dönemeçlerden sonra da başımıza gelen bütün felaketleri kaderden saydık. Yaşadığımız bütün talihsizlikleri şanssızlığımız, bahtsızlığımız olarak teslim ederek hayata küstük. Ortada bir suçlu varsa o da bizdik. Yani birer başarısız ve yeteneksizler... Peki, bütün bu sonuçların, ‘olmak ya da olmamak’ dönemeçlerinde mayalandığını biliyor muyduk? Psikanalistler korku, çaresizlik, edimsizlik kıskacına yakalanmış insanları masaya yatırdıklarında, kişinin kendisinden kaynaklanmayan büyük olayları çözmek durumunda kalırlar. Toplumsal bilinçaltı denilen şeyin altında –çokca- adaletsizlik, hakkın, hukukun gaspı yatar. Bireyler olarak bizi daha fazla korkuya, çaresizliğe kesecek bir dönemeç daha yaşıyoruz. ‘Olmak ya da olmamak’ YSK şimdi... Yaşadıklarımıza bir ironi gibi olsa da ne güzel demiş Shakespare...
Var olmak ya da olmamak, mesele bu.
Gözü dönmüş talihin sapanına, oklarına,
İçin için katlanmak mı daha soylu,
Yoksa, bir dertler denizine karşı silaha sarılıp
Son vermek mi onlara? Ölmek, uyumak...
Hepsi bu... ve bir uykuyla
Yürek sızısına ve bedeni bekleyen
Binlerce doğal darbeye son verdik diyebilmek.
Hangi insan gönülden istemezdi bu bitişi!
Ölmek, uyumak... uyumak, belki rüya görmek.
Ha! İş burda. Çünkü o ölüm uykusunda,
Şu fani bedenden sıyrılıp çıktığımızda,
Göreceğimiz rüyalar bizi duraksatır ister istemez.
İşte felaketi onca uzun ömürlü kılan da bu
Kim katlanırdı yoksa zamanın kırbaçlarına, küfürlerine,
Zorbanın haksızlığına, kibirli adamın hakaretine?
Hor görülen aşkın acılarına, adaletin gecikmesine,
Devlet görevlisinin kendini bilmezliğine;
Sabırla bekleyen erdemli kişinin,
Değersiz insanlardan gördüğü muameleye,
İnsan yalın bir hançer darbesiyle hesabı kesebilecekken
Kim katlanırdı, bu yorgun yaşamın yükü altında
Homurdanıp terlemeye,
Ölümden sonraki bir şeyin korkusu olmasaydı?
Sınırlarını bir geçenin bir daha dönmediği
O bilinmeyen ülkenin korkusu kafamızı karıştırıp
Bizleri, tanımadığımız dertlere koşup gitmektense,
Başımızdakilere katlanmak zorunda bırakmasaydı?
İşte bunları düşündükçe
Ödlek olup çıkıyoruz hepimiz,
Ve işte böyle kararlılığın doğal rengi,
Endişenin soluk gölgesiyle bozuluyor;
Bulutları hedef alan büyük ve iddialı atılımlar
Bu yüzden yörüngesinden sapıyor
Ve bir girişim olmaktan çıkıyor adları.