Aysel Sağır

10 Şubat 2020

Neron, Roma'yı bir daha yak!

On binlerce sakininin sabahın erken saatinden itibaren bütün gününü bir vahşeti (gladyatör dövüşleri) izlemeye ayırdığı bir kent düşünün. Aslında o kadar geriye gitmeye gerek yok

"Roma iktidarını inşa edenler kendilerini imparatorluğun sınırlarını genişletmek durumunda hissettiler... Pax Romana altında bu hayal iki yüzyıl kadar sürdü..."

Bu saptama, devasa bir çalışmadan aktarılan (Lewis Mumford/Tarih Boyunca Kent) küçük bir alıntı sadece. Bu haliyle son derece steril durduğu gibi, "ee, ne var bunda!" dedirtecek kadar da kanıksanmış bir durumu ifade ediyor. Oysa ki, böyle değil. (Böyle olmadığını da, bin yıllar öncesinin Pax Romana virüsünü bünyesine katan Hitler kanıtladı.) Aslına bakılırsa, tarih sahnesini terk etmeye hiç de niyeti yok bu virüsün. Üstelik, günlük kent yaşantımızda, alışkanlıklarımızda arz-ı endam ediyor.

Mumford'a kulak verirsek, "Roma'da bütün bir nüfus(un), yüz binlerce insan(nın), bütün hayatları boyunca parazit rolünü" üstlenmesiyle bu virüs arasında bir ilişki var. Üstelik bu ilişki, MÖ 264 dönemi Roma'sından kalkıp bugüne oturmuş durumda. Öyle ki, kendini Bizans'a devrederek varlığını devam ettiren söz konusu virüs, yaşadığımız kentin inşasıyla (Kanal İstanbul, "çılgın proje"ler) karakterize ediyor.

Mumford’dan yola çıkarak, kentleşmenin, kent olmanın sınırlarının bin yıllar öncesinde Roma’da belirlendiğini söyleyebiliriz. Yani Roma’nın sergilediği kent olgusundan daha ötesi yok. Günümüzün bütün kentlerinin ancak Roma kadar büyüyebilecekleri anlamına geliyor bu. Yeterince büyüdüğü nokta da yok olacağı anlamına. Hâtta, bugünün kent yapısı ve yaşam tarzının onun bir tekrarı niteliğinde olduğuna.

Aslında her şey, toplumun "parazit rolünü" üstlenmekle başlamış gibi gözüküyor.

Peki, bütün bir toplum, bir parazit haline nasıl geliyor? Tabii, insanın aklı almıyor bir parazit olmayı. Zaten "yayılmakta olan imparatorluk" ya da günümüzde varlığını sürdürmekte inat eden yönetim sistemleri de "parazitlerin varlığını sürdürmesini güvence altına alarak, alıştıkları durumda da kalmalarını sağlayan bir aygıta dönüşmüş" durumda.

Ama parazit olmak(?)

Hiç de hoş şeyler çağrıştırmıyor.

Üstelik parazit, "kendisine karşı hissettiği nefreti uygun kurbanlara ve günah keçilerine" yansıtıyor. "Onları kendi üzüntülerine, kendine karşı hissettiği nefrete, kendi ölüm arzusuna" büründürüyor.

İnsanların parazit haline dönüşmesiyle, parazit ekonomi arasında da sıkı bir ilişki var. "Parazit bir ekonomiyle yırtıcı bir siyasal sistemin varlığı" birbirlerini kaçınılmaz kılıyor. Bütün bunlar olurken de, -tıpkı Roma'da olduğu gibi- söz konusu yapılaşmanın her iki yönünü de yansıtan ve kucaklayan dramatik kurumlar üretiliyor. Tıpkı Roma'da yayılmakta olan imparatorluğun "Parazitliğe kentsel bir biçim vererek, ona bedava ekmek ve arena gösterileri biçiminde sağlam bir kolektif temel" sağlamasıyla pekiştirilen kent kavramı gibi.

Bastırılan her ayaklanmayla birlikte Roma'nın çöküşünün kaçınılmaz hale gelmesine gelince; klasik tarih algısını yerle bir ediyor. Zafer sanılan şeyin aslında bir yenilgi olduğunu ise, hiçbir tarih kitabı yazmıyor. "Gracchi'nin liderliğinde gerçekleşen köle ayaklanmasının bastırılmasının ve Roma'nın büyük ticari rakibi Kartaca'nın İkinci Pön Savaşı'nda bozguna uğratılmasının ardından Roma'da biçimlenen hayat" içten içe çürüyor. Yani Roma, "MÖ I. yüzyıldan itibaren, Patrick Geddes'in 'parazitopolis' ve 'patopolis' -parazitlerin ve hastalıkların kenti- olarak karakterize ettiği o kentsel varoluş basamaklarına" böyle böyle tırmanıyor.

"Parazit varlıklarının boşluğunu ve anlamsızlığını geçici olarak gizlemeye çalışan" Roma, "araba yarışları, yapay bir gölde düzenlenen görkemli deniz savaşları, striptizlerin ve şehvetli cinsel eylemlerin halkın gözü önünde ifa edildiği pandomim gösterileri"yle toplumdaki tepkisizliğe denk düşerken, duyguların sürekli olarak kırbaçlanması gerekiyor. Rejimin temsilcileri de zaten "insana yapılan işkencelerle ve insan öldürülmesinde şeytani bir yaratıcılık sergiledikleri gladyatör" gösterileriyle bunu fazlasıyla yerine getiriyorlar.

Tabii, bütün bu sadistlik ritüellerinin ekonomik bir temeli var. Şöyle diyor Mumford: "Bunun ekonomik temeli, bütün bir Roma kenti proleteryasının ianeyle ayakta tutulmasıydı. 200.000 kişi kentin çeşitli yerlerindeki kamusal ambarlardan temin edilip düzenli olarak dağıtılan ekmekle besleniyordu… Bu gösterilere katılımı daha da kolaylaştırmak için, Claudius’un hüküm sürdüğü erken bir dönemde, 159 gün (daha sonra bu tatil 200 güne çıkıyor) kamu tatili olarak belirlenmişti ve 93 gün, yani bütün bir tatilin dörtte biri masrafı kamu tarafından karşılanan oyunlara ayrılmıştı. Bu oyunların sadece birini sahnelemek için bile muazzam paralar harcanıyordu. Bu zenginlerin açgözlülüklerini, askeri liderlerin yağmalarını mazur göstermelerinin en popüler yoluydu."

Oyunlar derken, gladyatör dövüşlerinin bu oyunların başında geldiğini unutmayalım. On binlerce sakininin sabahın erken saatinden itibaren bütün gününü bir vahşeti (gladyatör dövüşleri) izlemeye ayırdığı bir kent düşünün. Aslında o kadar geriye gitmeye gerek yok. Günümüzde zaten bütün boyutlarıyla yaşandığı için sadece şekil değiştirdiğini bilmek yeterli.

"Bütün başarısını kütle ve ölçüye bağlı olan bir mimari biçime" yatıran Roma oldukça yakınımızda dururken, sakinlerinin "niceliksel başarıdan duyduğu hazla" bütünleşiyor. Bu bütünleşme ise, olmazsa olmazlarından. Zira "çözülen her uygarlıkta kalabalıkların onayı, çılgınlığı ve suçu normal hale" getiriyor.

Kentlerin "çılgın proje"lerine gelince, kendisine karşılık gelen çılgın tipler yaratıyor.

Neron’un -kente kibriti çakarken- onun külleş(e)meyen kalıntılarını göz önünde bulundurmaması ne büyük bir talihsizlik!