Siz hala ‘büyük basının’ çarpma etkisi yaparak düşünmeyi dumura uğratan flaş haber başlıkları ve görsellerinden kurtulamıyor musunuz? Öyleyse Suruç’a gidin. Suruç’a gidin çünkü; ana akım medyanın yazdıkları ve gösterdikleriyle gerçeğin nasıl tahrif edildiğini göreceksiniz. Sadece ana akım medyanın değil, iktidarın söyledikleriyle yaptıklarının aynı olmadığını da göreceksiniz. Suruç, nasıl manipüle edildiğinizi, algınızın nasıl çarpıtılarak insanlığınızın siz farkında olmadan yara aldığını anlamanız, görmeniz, test etmeniz için tam bir isabet noktası.
Niye mi? Çünkü, Şengal’de kıyıma uğrayan Ezidilerler’in yanı sıra, sıranın şimdi de Kobane halkına geldiği bugünlerde, yaşadıkları yerden geçici olarak uzaklaşmak isteyenler, iktidarın duvarlarının dibinde başka bir darbe yiyorlar. Binlerce kadın, çocuk ve yaşlı tellerin öte (Türkiye) tarafına geçmek için ellerinde, para, mal adına ne varsa onları vermeden öyle rahat sözüm ona ‘güvenli’ topraklara adımlarını atamıyorlar. Hadi bütün bunları verdiler diyelim, sonra da sıkı bir şekilde dayak yediklerini dile getiriyorlar. Yani televizyonlardan, gazete manşetlerinden gösterildiği gibi Kobane ve Suruç halkı sırtı pek, karnı tok devletin güvenli kolları altında bulunmuyor. Aksine BDP belediyesinin yardımı dışında, devlete ait –okul gibi- kamusal alanlara girerek orada geçici de olsa konaklamalarına izin verilmiyor. Yani sizin anlayacağınız, Suruç’un en fazla beş-on kilometre ötesinde bulunan üç yüz elliden fazla Kobane köyünden akın akın bu tarafa geçen insanlar, başta Suruç olmak üzere Urfa’nın bütün ilçelerine yayılırken, yoksul Suruçluların lokmalarını, yatağını, evini paylaşanlar şanslı bulunuyor. Zira IŞİD teröründen kaçan Kobane halkının büyük bir kısmı, yaşam alanı olmaktan çıkmış korunaksız yerleri mesken edinmiş bulunuyor.
Asker bıraksa IŞİD’i tırnaklarımızla yok ederiz…
Bütün bunları nasıl mı biliyorum? Yukarıda, ana akım medyanın söyledikleri ve gösterdikleriyle gerçeğin aynı olmadığını, gazeteci olarak Suruç’a gidip orada test ederek. Sınırdan geçen insanlarla, onlara kucak açan köylülerle konuşarak, söylenenlere değil gözlerime, gördüklerime dayanarak…
Merkeze sekiz kilometre uzaklıkta bulunan Suruç’un Eğrice köyünde geçirdiğim yirmi dört saat yaşananları anlatmaya yetmez elbette. Ama orada ömürlerini geçirmiş insanların yüzyıllara denk gelen duruşlarını anlatmaya, bölge insanlarına yönelik zulmü göstermeye yeter. Zulüm derken, en başta bir halkın devlet(in)e güvenmemesi geliyor ki, bu da bölge halkının hem en zayıf hem de en güçlü yanını oluşturuyor. Yehsan adlı bir köylü, “Türk askeri bıraksa biz IŞİD’i tırnaklarımızla yok ederiz” diyor. Şaşırıp kalıyorum. Askerin oradaki varlığından duyduğum güven yerini büyük bir hayal kırıklığına bırakıyor. Aynı şaşkınlığı Yumurtalık köyündeki sınırda yaşadığım için kendime kızıyorum. Yumurtalık’ta çoluk çocuk yüzlerce insan Suruç’a geçmek için bekliyor. -Ama Türkiye’nin dört bir yanından gelen beş bine yakın insan da bekliyor. Hepsi de, halklar katledilmesin, kan akıtılmasın, barış olsun diye gelmiş. - Denklerinin başından ayrılmayan yaşlı bir adam şöyle diyor; “burada on bir gündür bekliyoruz bizi geçirmiyorlar ‘Hayvanlarınızı, arabalarınızı, eşyalarınızı bırakırsanız geçebilirsiniz’ diyorlar. Bizim bütün birikimimiz bunlar. O yüzden on bir gündür burada bekliyoruz. Hiçbir yardım yapmıyorlar. Bir iki ineğimiz öldü. Bir çocuk da susuzluktan öldü.”
Biber gazı, mayınlar…
Derken, sınırda bekleyen asker ve polis havaya ateş açıyor, ses bombaları patlıyor, insanların üzerine gaz bombası atılıyor. Bekleyenlerin eşyaları, hayvanları, arabalarıyla daralmış, çevresi mayınlarla dolu dar alanda kaçışıyoruz. Çocuklar ağlıyor. Çığlıklar… karanlıkta göz gözü görmüyor, etraf biber gazının yoğun bulutuna kesmiş. Nefes almak için çırpınanlar var… Tabii bu bir tekrar. Bir öncesi daha var. Yani yaşananlar, üç dört saat önce Mürsitpınar sınır kapısında olanların geliştirilmiş başka bir hali niteliğinde. Olay şöyle başlıyor; binlerce insan kendi özgücüyle IŞİD’e karşı duran halka destek olmak için uğradığı Kobane’den geri dönerek kolaylıkla girdiği Mürşitpınar sınır kapısından tekrar geçmek istiyor. Güneş bütün kızgınlığıyla etrafı kavuruyor. Tel örgülerin ardından Kobane merkezine üç-dört yüz metre mesafede, altı-yedi metre genişliğinden bir yol bulunuyor. Çevresi mayınlarla döşenmiş. Binlerce insan bu yola dizilmiş bekliyor. Asker ve polis bu kez geçişe izin vermiyor. Bekleme uzadıkça uzuyor… Derken, önce havai fişek benzeri etrafa ateşler saçılıyor. Asker havaya ateş açıyor, ses bombaları patlarken, biber gazı alçakta salınan bulutlar misali hücum ediyor. Sağa sola savrulanlar mayınlara hedef olabilir. Herkes can havliyle kendini geriye, Kobane’ye atıyor. Durum ciddiyet ötesi. Neler oluyor? Geçişe izin verenler bu kez çıkışa neden izin vermiyor? Binlerce insandan IŞİD’in menzil alanına giren Yumurtalık sınırına doğru gitmeleri isteniyor. Öyle de yapılıyor. Yaklaşık on beş kilometreyi bulan uzunca bir yürüyüş sonucu Yumurtalık sınırına ulaşılıyor. Uzunca bir bekleyiş daha…
En çok çocuklar bağırıyor
Etraftan “bize bu zulmü yapanlar, buradaki halka neler yapmaz ki (?)” sesleri duyuluyor. Zira bir yanda IŞİD, diğer bir yanda askerler bulunuyor, iki ateş arasında kalmışlık duygusu dayanılır gibi değil. Bölgeyi koruyan, kurtarmaya çalışan YPG gerillalarının gülen yüzlerini aklıma getirerek teselli bulmaya çalışmam nafile. Sahi, yetersiz silahlarına rağmen niye bu kadar iyimserler? Yollara dizilip ellerinde naylon sürahilerle gelen kafileye su veren, kadınlar, erkekler niye bu kadar sevecenler? En çok da çocuklar neden yırtınırcasına slogan atıyorlar? Kadınlardan, erkeklerden daha da kalabalık sıra sıra, öbek öbek dizilmiş üç-dört yaşından itibaren her yaştan çocuğun, gelip geçenlere yalvarırcasına slogan atması niye acıtıyor böyle? YPG gerillalarının dışındaki halktan genç kadınların ve erkeklerin omuzlarından sarkan tüfeklerle el sallayışları kalmış aklımda. Oysa gözümün önümde geçit yapan karelerden uzaklaşalı gün değil, saatler olmuş. Etraf karanlık, uğultulu… Gece ilerlemiş, sırayla herkesi geçirmeye başlamışlar. “Kadınlar öne gelsin” anonsu yapılar. “Yüzünde puşi olanlar, yüzlerini açsın” anonsu duyuluyor sonra. Keskin bir projektör ışığı bütün kalabalığı, yüzleri taramaya devam ediyor. Nazi toplama kamplarından kalma bir görüntü uzadıkça uzuyor. Nihayet telin öbür tarafındayız. Hareketli asker koridorundan komutan düzeyinde bir yetkili yanımdaki fotoğraf sanatçısı kadın arkadaşa “buraya niye geldiniz?” diye soruyor. Beklemediğim bir kararlılıkla yanımdaki kadın “insan olduğum için” diye yanıt veriyor. Komutanın arkasında bulunan diğer sivil yetkililer dikkatle kadını inceliyor. Biraz ötemdeki güvenlik noktasında bir kadın gazetecinin fotoğraf makinası, not defteri çekiştiriliyor. Çantamdaki ses cihazına arama yapan kadın polis çoktan el koymuş. Herkesin tek tek resmi çekilip, kimlik bilgileri kaydediliyor. Kadın gazetecinin, çalışma araçlarına el koyan yetkili asker(ler)le tartışması şiddetleniyor. Yetkililerden birinin notlarını, hafıza kartını almak isteyen kadın gazeteciye “çek git buradan, kafanı keseriz kim vurduya gidersin” şeklinde söylediği tehditkar sesini üstüme almaktan niye beis görmediğimi düşünmüyorum bile. Ruhum, tıpkı yaşadıklarına tanıklık ettiğim halkın duyguları gibi inciniyor…