Kötülük yazılmaz. Üstelik yazılmak istendikçe daha da yazılamaz. Zira hayata geçen her olumsuzluk, orada kendine bir yer edinerek meşruluğunu kanıtlamak ister ve bunu –çoğu kez- başarır da. Artık içimize girdiği andan itibaren kanıksadığımız o kıyıcı şey, aramızda istenmeyen yerini almış bulunuyor. Kötülüğün -kendini gösterdiği andan itibaren- yolunda giden ne varsa darmadağın etmesine aldırmadık çünkü. Her ne kadar bundan rahatsız olsak da, onun yürüyüp bizi geçeceğini düşünmeyip, üstelik kanıksayarak da ona yol verdik.
Yaşadığımız musibetlerin bizim şansızlığımız, ön göremezliğimiz olmayıp, bize dayatılan koşullarla birlikte biçimlendirilen toplumsal yaşamdan beslendiği doğrudur. Toplumsalda kendine yer edinmiş kötülükleri -gerçek anlamda- reddedip, varlığını sonlandırmak için elimizden geleni yapsaydık, kişisel yaşamımızdaki bahtsızlıkları da aynı oranda rahatlıkla ortadan kaldırabilirdik. Bunun böyle olduğuyla ilgili güçlü örnekler sunuyor düşünürler. Ama tersiyle birlikte. Mikro alanlarda kurduğumuz yaşamların, tekrarladığımız davranışların bir toplumsal model oluşturduğunu yani.
Bir son bakışla…
Şimdi üzerimize doğru hızla düşmekte olan bir çığ var. Ama üzerimize düşmek üzere olan bu felakete rağmen düşünmekten edemiyoruz yine de. Hayatlarımızı, hikayelerimizi yarıda kesip; bilincimizi, duygularımızı acıya kesenin ne olduğu üzerinde düşünmediğimiz için mi bütün bunlar diye. Her şeye rağmen hep zaman vardır, bir bez parçasını elde buracak süre kadar. Zira hiçbir şey olmamış gibi yaşayıp gitmenin faturası bu kadar ağır olmamalıydı diye sorma hakkımız var.
Şimdi fazlasıyla,-zamansal süreçlerin kendisini tamamlamasına izin vermeyecek- büyük kişisel trajedilerin önü açılmış durumda. Hayatlarımızı akamete uğratan ve uğratacak olanın adresi, bizim kaderimizin biçimlendiği süreç gibi hiç de kısa değil ama. Zira son taşlar bunlar, uzun bir yolun sonuna döşenen. Arkasında, K. Maraş Katliamı, 12 Eylül, Sivas Katliamı, Gazi Mahallesi Katliamı, 19 Aralık Katliamı, hendekler… var ki, şimdi üzerimize hızla düşmek üzere olan çığı tanımlıyorlar. Bunların hepsi Kanun’larla kendini tahkim etti. Geriye ileriye doğru salına salına da yaşadığımız bütün mekanlara, durumlara, zamanlara adını yazdı.
İsteğin de artık hiç olmaması demek…
Bunun adıysa, güneşli bir sabahın keyfini çıkararak kahvaltı edememek, düş kuramamak, bir dostun, bir sevgilinin elini tutamamak, bir güzelliğe zararsız kıskançlık gösteremeyip, ona gıpta edememek, küçük dedikodularla eğlenememek, kariyer çabası gibi görünse de, aslında daha çok takdir görüp, daha çok sevilip, önemsenmenin peşinden koşamamak, bir kafede, lokantada, yazlıkta yorulmuşluğu dinlendirememek… demektir. Bunun adı, yaşamın neşesine dair ne varsa daha ortaya çıkmadan bitmesi demektir. Zaten kendini büyütmesi için de onu istemek gerekir ki, bu isteğin de artık hiç olmaması demektir.
Bütün bunlardır kötülük, ama yazılamaz. Yazılamaz çünkü, yazılmaya başladığı anda da, değil böyle bir yaşamın içinde olmak, bunun düşünden bile uzak olanları yanına alması gerekir. Rüyasını bile göremedikleri olması gereken yaşamların çöplerinden beslenenleri, sayıları arttıkça durak içlerini, kiriş diplerini, -adına kuytuluk denen ne kadar mekansal artık varsa- oraya kendini bir böcek gibi sığdıranları, masumiyetleri üzerlerinden çekip alınmış, biyolojik yaşları en az 5’ten başlayan ama hayatsal yaşları büyük olanları da anlatması gerekir. Bunlarsa, kötülüğün sonuçlarıdır bu yüzden yazılamaz.
Ortak alanlar, sokaklar…
Şimdi bu yüzden “hareket eden her şeyi” vuracaklar! Savaşların en kritik anlarında duyduğumuz bir komuttur bu: “hareket eden her şeyi vurun!”
696 sayılı KHK’nın 121. Maddesiyle, terör eylemlerini bastıran sivillere yargı muafiyeti gelmesinin tercümesi -tam da- budur! Yani bu mudur?
Bu, kamusal alanlarda görünür olmanın ‘artık çok tehlikeli’ olduğu mudur? Yaşamlarımızın önüne dikilerek onun yolunda gitmesine engel olan kararlara artık itiraz edemeyeceğimiz, ekmeğimizi kazanmak için sarf ettiğimiz emeği gasp edenlere artık söz söyleyemeyeceğimiz, çocuklara, kadınlara tecavüz edenleri yuhlayamayacağımız, haksız yere –her türden- mahkum edilenlerin yanında olmayacağımız, adalet için, hak-hukuk için meydanlarda sokaklarda biraraya gelemeyeceğimiz anlamına mı geliyor?
Ne demektir “sivillere yargı muafiyeti”?
Her birimiz yaşam mücadelesi veren bu toplumun sivil bireyleri olarak hangi sivillerle karşı karşıya geleceğiz?
Kimdir bu siviller?
Devlet birimlerinde kolluk kuvvetleri sıfatıyla yer almayan, silahsız insanların tanımı yapılırken geçiyor sivil sıfatı. Sivil kişi, “uluslararası hukukta herhangi bir ülkenin silahlı kuvvetlerine veya diğer silahlı gruplara mensup olmayan …” biri olarak nitelendiriliyor.
Her birimiz yaşamak için mücadele eden bireyler olarak, kamusal alanlarda da bir araya gelerek sözümüzü söyleme gereği duyduğumuz, duymaya da devam edeceğimiz için bu siviller tarafından...?
Bütün bunlar; güçlüler tarafından zarara uğratılmamız, varlığımızın sallantıda olması yüzünden mi? Biz siviller bütün bunlara karşı durmak için hareket ederiz. Hem -var ise- yaşamak da bunu gerektirir. Böyle devam eder hayat, yani hareket ettikçe.
Şimdi “hareket eden her şeyi” vuracaklar mı?