Uzun denilecek bir aradan sonra - yer Bakırköy pazar alanı olsa da- 1 Mayıs yaşandı. Ama nasıl? 1Mayıs’ı “işçinin, emekçinin bayramı” olarak nitelendirenler bir şeyi, ama önemli bir şeyi yine eksik bıraktılar. 1 Mayıs’ın bugün tüm dünyanın hafızasına yazılarak sonra da kazınan haksızlığa, sömürüye karşı konuşlandırılmış bir gün olarak ezilen(ler) kavramını sadece işçi ve emekçiyle sınırlandırmadığını...
Zaman ilerledikçe, cinsel, duygusal, ekonomik, sosyal… Her türden sömürüye karşı, başkaldırının, pasif bir provası oldu 1 Mayıs. Ben bunu, zaman(lar)dan, olaylardan süzülüp gelenlerin yığıldığı geniş çemberimsi bir çukur olan pazar yerinde –daha öncekiler gibi- yine gördüm. Yer önemli değildi, önemli olan niyetti ve yer daha başından yadsınıp önemini yitirmişti. Ben bunu da, geniş alanlardaymışçasına (ör,Taksim), binlerce kadın ve erkeğin yürüyüşlerinde, bakışlarında gördüm. Peki, hepimiz başka ne(ler) gördük? Türkiye’nin siyasal tarihini demek eksik kalır; Türkiyeli devrimcilerin yarım yüzyıllık kişisel tarihini.
Nereye baktıklarını da gördüm…
Hepsi de, buruk anılarını gözlerine yerleştirip gelmişlerdi. Kimileri gruplar halinde pazar alanının duvarlarına yaslanmış, kimileri kortejlerin yavaş adımlarının peşine takılmış, kimileri birbirlerine sarılmış, kimileri de tek başına … anılarından ağırlaşmış gözleriyle önce kalabalığa odaklanıp sonra da uzaklara bakıyorlardı. Ben nereye baktıklarını da gördüm.
Hepsi de ilk mücadeleye atıldıkları yıllardan itibaren, yavaş yavaş o coşkulu umutlarını nasıl yitirdiklerini, dünyayı adaletsizlikten, haksızlıktan, sömürüden… kurtarmak için nasıl şevkle yola çıktıklarını sonra da içlerindeki tek tek sönen ışıklarını düşünüyorlardı. Kalabalıkların kulaklarını çınlatıp alanının sınırlarını aşan o müzik, konuşma aralarına dalarak, ağır yaraların sızısını dindiren bir morfin işlevi görmeseydi... O kötü salgılar bedenlerden hüzün olup taştığı anda müziğin imdada koşması tesadüf olabilir miydi (?) Karamsar perde böylelikle, müziğin etkisiyle nasıl da geri geri çekiliyordu. Onlar geriye doğru yenilgin bir kırıklıkla giderken, devlet de tüm cebarutluğuyla gizlenecek bir köşe arıyordu. Bella Çav, 1 Mayıs marşı, Beritan… tınılarının -devlet kurnazca siper alıp konuşlanırken- kırılmış dalları tek tek topladığını gördüm.
Müziğin etrafı temizlerken, öğrencilikle eş zamanlı şekillenmiş mücadele yıllarında filizlenmiş aşklar da, tam tını bedenlerin tüm gözeneklerine hücum ederken, zamanın gerisinden fırlayıp geldi. Orta yaşlarına gelmiş kadın ve erkekler, müziğin salınımlarına kapılıp gidiyorlardı. Gençlikleri yeniden geri gelirken, bir şeyleri yeniden inşa ettiklerini de gördüm elbette. 50’ler, 70’ler, 80’ler, 90’lar…dan süzülüp gelen yaşamlar tonlarca anıdan başka bir şey değildi. Hafızalar pazar alanında gözlere yerleşerek, tek bir şeye odaklandılar. Ögürlük, adalet… Ama bu istekteki yakıcı umut sonra neye dönüşecekti? Bunun neye dönüştüğünü adım adım bilenlerin deneyimlenmiş gerçekliğini yok edecek yıkıcı bir şeylere ihtiyaç vardı. Kesin siyasal bir duruşla, herkesle bir aradayken umut geri geliyordu. Ardından da büyük bir hızla anılar hücum etmekte hiç gecikmiyordu. Çürütüyorlardı coşkuyla şenlenen tüm yeni başlangıç(lar) isteğini. Bu lanet anılar geri gelmese diyen o sesi duymamak için kulaklarımı tıkadım.
Duymak istemediğim ses giderek baskın hale geliyordu. Ben kalabalığın içine dalıp, gruplar arasında gezindikçe o ses, yarım yüzyıllık sol siyasal tarihle eşit hayatını iç içe geçirmiş orta yaşlı adam ve kadınların ağızlarından avaz avaz bağırtıya dönüştü.
Kapitalizmin soyutlaşan kötülükleri …
Az ilerde, uzun boylu bir kadın bir grup erkek arkadaşının (yoldaşlarının) arasında, şen tavırları, sevimli olmaya zorladığı davranışlarıyla kırıklıklarını hınç alırcasına onarıyordu. Aynı davranışları başka başka erkek ve kadınlar da adeta birbirlerini taklit edercesine tekrarlarken, yara almış aşk ilişkilerini hak, eşitlik mücadelesinin o tartışılmaz masumiyeti üzerinden temize çektiler.
Kapitalizm, ceberut devlet; hayatı, sille tokatlar halinde yaşamın yüzüne indirmeye devam ediyordu. Daha pazar yerini terk eder etmez, sistem soyutlaşarak metrobüslerin bunaltıcı yığınağı haline çoktan dönüşmüştü bile. Hayat, kimine şans, kimine de talihsizlik getiriyordu. Sistemin somut temsilcileri ise, demir bariyerleri, silahları, gaz kapsülleriyle miting alanını en son terk edecek olan polislerdi. Hayat, alanın dışına çıkar çıkmaz evlerinin yolunu tutan kalabalığı yakalamakta gecikmedi.
Hayat; iş yerlerinde dönen entrikalar, sistemin dışına sürülerek ıssızlaştırılmış işsizler, hayat kadınları, aşk yarası, bir otobüs bileti parasından –bile- mahrum olanlar, terk edilmişler, diplere itilmişler, açlığı ya da tokluğu sermayedarın- yöneticinin insafına kalmış bedenler, ıskalanan ihtimaller, bahtsızlıklar… haline dönüşürken sistemden nasıl da soyut, kişi meselesi haline geliyordu böyle. Her an 1 Mayıs olsa; adaletsizlik, kölelik, esaret… “bahtsızlık”, “hayatın cilvesi”, “beceriksizlik”, “kötülük”… olarak kendini gizler miydi? Ya da biz onu gizlendiği yere gidip, kulaklarından tutarak çekip çıkarabilir miydik? Sahi biz, 1 Mayıs (2016)’da, bunu ne kadar başardık!?