Aysel Sağır

04 Mayıs 2014

1 Mayıs, suç, korku, bellek suikastı, birkaç kare…

Bir korku atmosferi yaratılmıştı. Sokak çatışmaları -şiddet içeriği çarpıtılarak- ekranlarda yerini kaplarken, dışarda olan herkese ‘güvenlik güçleri’ tarafından uygulanan asıl şiddeti ise hiçbir televizyon kanalı göster(e)memişti.

“Hanımefendi sakın yarın dışarı çıkmayın. Yarın kan gövdeyi götürecek…” 1 Mayıs’ın arifesinde otobüs şoförünün tarafıma yaptığı bu uyarı karşısında biraz afallamış ama şaşırmamıştım. Akşam olmak üzereydi, Taksim’den Nişantaşı’na kadar yürümüş, oradan da Mecidiyeköy’e gitmek için otobüse binmiştim. -Bazen -olağandışı durumlarda- kamusal alanları temsil edenlerle konuşmaya, bir iki soru sormaya gereksinim duyarım.- Şoföre sadece “yarın belediye otobüsleri çalışıyor mu?” diye sormam yetmişti. Yaşlı şoför niye sorduğumu hissetmiş olacak,–zaman zaman arkasına dönerek- “sakın dışarı çıkmayın…”la başlayan uzun bir tirad çekti. Ona göre “yarın kötü şeyler olacak”tı. “Akıllılık edip evden dışarı” adımımı atmamalıydım.

 

1 Mayıs tüm ezilenlerin…

Bense, “ama niye? 1 Mayıs, tüm çalışanların, emekçilerin bayramı. Dünyanın her yerinde kutlanıyor. ‘Devletin güvenlik görevlileri’ gerekli önlemi alırlarsa bir şey olmaz. Sizce de öyle değil mi?” diye serzenişte bulunmuştum. Bu tavrım karşısında bir süre susan şoför, sonra yine tüm kaygısını açığa vuran sözlerle sürdürmüştü konuşmasını. Devletten gelen sert uyarılarla dışardaki korku birleşince, nasıl bir gerilim hattına girdiğimi başta şoförün uyarıları, sonra da 1 Mayıs sabahı yola çıkınca anladım. Açıkçası ben de korkmaya başlamıştım. Bütün yollar kapalıydı. Anadolu yakasından karşıya geçmenin bir yolunu bulmaya çalışırken, Zincirlikuyu’ya kadar giden bir halk otobüsüne denk geldim. Zincirlikuyu’da indiğimde saat henüz on buçuk civarlarıydı. Genzimi yakan kesif gaz kokusuyla birlikte; yerlere atılmış pankartlar, flamalar, ezilmiş maskeler, yıkılmış duraklar, fırlatılmış taşlar… tahmin edileceği gibi, savaş sonrası bir manzarayla karşı karşıyaydım. Mecidiyeköy girişine barikat kurmuş polislere doğru ilerledim. Barikattaki polislerin “sarı basın kartı…” şartlarını ikiletmeden kartımı göstererek içeri girdim. Polislerin kapladığı, önemli bir kısmının da kaldırımlara yayıldığı caddeden Şişli’ye kadar nasıl bir tedirginlikle yürüdüğümü söylemek istemiyorum.

 

Çarpıtılan şiddet içeriği

DİSK’in olduğu alana yaklaştığımda gazeteci arkadaşları görünce cesaretim yerine gelmişti. İki sokakta devam eden çatışmaya denk gelmiştim aynı zamanda da. Şişli’de tanık olduğum çatışmalar, diğer semtlerde (Beşiktaş, Okmeydanı…) devam ederken, televizyon kanalları da elde ettiği bu malzemeyi istediği gibi yoğuruyordu. Ama genel şiddet algısı çerçevesinde sunulan söz konusu çatışmaların halk tarafından alt okumasının nasıl gerçekleştiği önemli. Bu sorunun yanıtını otobüs şoförü zaten vermişti.

Önemli bir soru da, devlet Taksim’e neden izin vermiyordu? İktidarların işlevinin aynı zamanda, emeğiyle geçinenlerin sermayeye karşı elde ettikleri kazanımların etkilerini ‘bellek silerek’ yok etmek olduğunu sıradan insanların bilmemesiydi. Taksim’in toplumsal hareketlerin mekânsal bilinçaltı olmasıyla yasaklar arasında sıkı bir ilişki vardı ki, bunun daha net anlaşılması için karşı bir bilinç, karşı ideoloji gerekiyordu (Gramsci buna “karşı hegemonya diyor) ve en önemlisi, buna da küresel sermayenin iktidarları -şimdilik- engel oluyordu. Büyük bilinç çarpıtmaları da böylelikle işe yarıyor, 1 Mayıs’ta Taksim’de olmak aynı zamanda ‘suç’ işlemek anlamına geliyordu.

 

Korku, günler öncesi

Bir korku atmosferi yaratılmıştı. Sokak çatışmaları -şiddet içeriği çarpıtılarak- ekranlarda yerini kaplarken, dışarda olan herkese ‘güvenlik güçleri’ tarafından uygulanan asıl şiddeti ise hiçbir televizyon kanalı göster(e)memişti. Aslında günler öncesi başlayan şiddet 1 Mayıs günü sadece bir sonuç oldu. Bunun en somut haline ise, sivil, resmi her türden polis, tüm TV kanalları ve gazetecilerden başka kimsenin olmadığı Taksim meydanına ulaştığımda tanıklık edecektim. Önce alanı kaplayan güvercinler -meydanın insanlara yasaklandığını bilemezler tabi- büyük bir panikle havalandılar; ardından da, ne kadar gazeteci ve polis varsa bir noktaya doğru bağırarak hücum ettiler. İlk anda ne olduğunu anlayamamıştım. Sonra, koşturan sisli kalabalığın önündeki yükseltide -ellerindeki pankartta “mücadele birliği” yazan- yirmili yaşlarında bir erkek ve kadının görüntüsü belirdi, slogan atıyorlardı. Genç göstericiler sadece slogan atmakla kalmayıp, günün anlamına dair “1 Mayıs, tüm ezilenlerin mücadelesinin…” çığlıklar arasında yiten kısa konuşmalarını yaparken, bir anda derdest edilmişlerdi. Polis otosuna götürülürken polis tarafından darp ediliyorlardı. Tüm gazeteciler de tahmin edileceği gibi bilgi almak için çevrelerine üşüşmüştü. Ben ise o esnada olayı çevreye duyurmaya çalışıyordum; Alman radyosuna haber yapan –sarı kartı olmadığı için meydana alınmayan- arkadaşıma yaşanan olayla birlikte gösterici gençlerin isimlerini telefonda aktarıyordum ki, çevremi sivil polisler sardı. Herkesin gözü önünde gerçekleşen ve haber konusu olan bir olayı aktarırken, polisin uyguladığı bu ince şiddeti nasıl yorumlamak gerektiğini konunun uzmanlarına bırakıyorum.

 

‘Bu eylemciler neyiniz oluyor?’

İnsan Hakları temsilcisi arkadaşımla gösterici gençlerle ilgili bilgileri aktarmaya devam ediyorduk ki, boynuna astığı fotoğraf kamerası ve ses kayıt aletiyle yanımıza doğru koşarak gazeteci görünümünde gelen sivil polis, “söyleyin çabuk, eylemcilerle yakınlığınız nedir, bu eylemciler neyiniz oluyor?” diye sorarak (tehdit ederek) polis-devlet şiddetine son noktayı koyuyordu.

1 Mayıs günü devlet, korkuyu başat kılarak; anlamı çarpıtma, yok sayma yoluyla unutma mekanizmalarını harekete geçirme gibi oldukça derin bir halde iş başındaydı. Toplumsal kurumlar yoluyla normal zamanlarda da sürekli işlettiği manipülasyonun, özel günlere yönelik bir uygulamasıyla da karşı karşıya olduğumuz anlamına geliyordu bu. Aynı zamanda devlet, uluslararası hukuk, Uluslararası İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ilkelerini çiğneyerek, bir kez daha suç işliyordu.