Ayşe Naz Bulamur

22 Aralık 2024

Uçurtmayı Vurmasınlar: Her ev birer cezaevi ve herkes birer tutsak

Filmdeki koğuş dinamikleri, ceza ve disiplin üzerine kurulu toplumun bir metaforu. Hapishanenin dışarısındaki ve içerisindeki denetim mekanizması benzer. Bizler de çocuk yetiştirirken savurduğumuz tehditlerle birer gardiyana dönüşmüyor muyuz?

Tunç Başaran’ın 1989’da yönettiği ve MUBİ’de gösterime giren Uçurtmayı Vurmasınlar, 12 Eylül 1980 darbesinin ardından tutuklanan Feride Çiçekoğlu’nun aynı adlı kitabından uyarlandı. Filmde, eski bir siyasi mahkûm olan İnci’nin cezaevi günlerine döneriz. Kadınlar koğuşunda tanıştığı 5 yaşındaki Barış ile dostluğu sayesinde hapishanenin korku ile örülmüş duvarlarını aşma hayaline tutunuruz.

Filmin açılış sahnesinde artık özgür olan İnci ile Ankara Kalesi’nden şehre kuşbakışı baktığımızda cezaevinin çevresindeki evler hücreye benzer. Koğuşu andıran dar sokaklarda sadece top oynayan çocukları görürüz. Kapıların sımsıkı kapalı olduğu mahallede birbirleriyle konuşan görüşen yok. Pencereye bile çıkmaya korkan komşular sanki pusuda bekliyor. Toplum her daim kontrol edilen mekanlara sıkışmış.

Şehrin dar sokakları gibi hapishanenin avlusu da izleyiciyi kıstırır. Avlunun yüksek duvarı ile Barış’ın boyu arasındaki kontrast, sıkışmışlık duygusunu pekiştirir. Barış ile diz hizasından gördüğümüz gardiyanlar ürkütücü. Avluda öyle bir denetim vardır ki “Simitçinin gevrek sesi bile giremezdi” der İnci. Küften yeşermiş duvarlar, düşünceyi suç sayan toplumun çürümüşlüğünü resmeder. Fakat yarısı gölgede yarısı güneşte kalan avlu duvarı tamamen karanlık değil. Gözümüz duvardaki aydınlığa iliştiğinde içimize su serpilir.

Yaşadıkları koğuşu sahiplenen kadınlar sayesinde ceza yeri bir ceza evine dönüşmüş. “Eskiden leş gibi bir yerdi. Lağım suyu akardı. Pisti” der İnci. Ama şimdi, “Sizin burası ne güzelmiş hiç cezaevi gibi değil” diyor bir mahkûm. Doğum yapan, çocuk büyüten, af çıkacak diye sevinen kadınların yuvası olmuş.

Uçurtmayı Vurmasınlar, hapishanede geçen diğer filmlerden neden daha etkileyici? Oğlunu, Yahudi soykırımın korkunçluğundan oyunlarla koruyan bir babanın hikayesini anlatan Roberto Benigni’nin Hayat Güzeldir (1997) filminden yıllar önce cezaevini bir çocuk için güzelleştirdiği için.

Barış’ı unutmayan İnci, “Bizimki alışılmadık türden bir sevda öyküsüydü” der. Barış, hayal gücüyle hapishaneyi masal diyarına çeviren İnci’ye “tutkun.” Çocuğun avludan tek görebildiği güneşle ve kuşlarla arkadaş olmasını sağlar. “Babam niye gelmiyor?” diye sorduğunda “Kuşlara sorarız” cevabını verir. Güneşin ona el salladığına inandırır. Doğayla sohbet eden ve tebeşir ile çizdiği uçurtmayı hayalinde uçuran çocuk mutlu. Düş ve gerçeğin buluşmasıyla özgürleşir Barış. İnci; “ihanet,” “iftira,” “komünizm,” gibi kavramları masallarla Barış’a anlatırken izleyiciyi de eğitir.

Kadınlar koğuşunun duvarlarına eril hakimiyet sinmiş. Doğum sancısı tutan bir kadının doktora görünmesi zor olsa da Barış’ın sünneti için akan sular durur. Erkekliğe attığı ilk adım olarak nitelendirilen sünnet kutlanır. En sert kadın gardiyan bile partide yumuşar. Önceleri pembe hırkasıyla izlediğimiz Barış, sünnet olduktan sonra Red Kit eşofman üstü giyer. Cinsiyet rolüne uygun şekilde lacivert beyaz bir kazak giydirilir. Pembe hırkayı bir daha görmeyiz.

Filmdeki koğuş dinamikleri, ceza ve disiplin üzerine kurulu toplumun bir metaforu. Yemek kuyruğunda birbirini tokatlayan kadınları ya da hırsızlık yapanları cezalandıran ekip başı da bir hükümlü. En etkili kontrol mekanizması, gardiyanın yokluğunda bile kurallara uyulmasını sağlamaktır. Böylece mahkûmların cezasını mahkûmlar keser.

Koğuştakilere “insan gibi” davranmakla övünen gardiyan ise tehdit ile iş görür. “Bu çocuk bir daha ağzını açarsa ıslahevine gönderirim” der Barış’ın annesine. Hapishanenin dışarısındaki ve içerisindeki denetim mekanizması benzer. Bizler de çocuk yetiştirirken savurduğumuz tehditlerle birer gardiyana dönüşmüyor muyuz?

[Spoiler içerir.]

Filmin son sahnesinde, göklere yükselen bir uçurtma avluyu selamlar. Barış (Ozan Bilen), serbest bırakılmış İnci’nin ona sevgi mesajı gönderdiğini düşünerek neşelenir. Hapishane müdürü, bir hışımla silahını eline alıp uçurtmaya ateş etse de koğuştakilerin ümitlerini söndüremez. Uçurtmayı kimin uçurduğu gözükmese de cezaevinde bir bayram havası eser.

Uçurtmayı Vurmasınlar’ın çekildiği 1989’dan beri uçurtmanın özgürce uçma ümidine tutunuyoruz. Düşüncelerimizin kelepçelenmediği bir toplum hayalimiz sönmedi. Yaşadığımız kısır döngüyü fark etmek adına farklı eğitim seviyesi, yaş ve sınıftan gelen karakterlerin buluştuğu bu çok sesli filmi izleyin.

Naz Bulamur kimdir?

Prof. Dr. Ayşe Naz Bulamur, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünden mezun oldu ve Yeditepe Üniversitesinde İngiliz Tiyatrosu üzerine yüksek lisans yaptı. University of Wisconsin-Milwaukee'de Edebiyat Çalışmaları dalında doktorasını tamamladıktan sonra akademik kariyerine Boğaziçi'nde başladı.

Çağdaş romanda İstanbul temsillerini incelediği Tales of Istanbul in Contemporary Fiction (2011) adlı doktora tezi, Edwin Mellen Press tarafından yayımlandı. Victorian Murderesses: The Politics of Female Violence (Cambridge Scholars, 2016) başlıklı kitabı, 19. yüzyıl İngiliz romanlarında kadın katillere odaklanır ve kadınların ekonomik ve kanuni hakları olmadığı için şiddete başvurduğunu savunur.

Amerikalı, İngiliz, Türk yazarlar (Elif Şafak, Julia Kristeva, Orhan Pamuk, A. S. Byatt, Edith Wharton, Elizabeth Gaskell, Erendiz Atasü, Theresa Cha, Martin Amis) üzerine yazdığı makaleler, uluslararası akademik dergilerde yer aldı. Boğaziçi Üniversitesinde roman, tiyatro, edebiyat teorisi dersleri veren Bulamur, feminizm, oryantalizm ve kültürel çalışmalar ışığında kitap, film, dizi eleştirileri yazıyor.