Bir alkol bağımlısının "Hatırlıyorum, yaralıydım, kaybolmuştum, umutsuzdum." sözleriyle başlayan Memory'de hafıza, hayat hikâyemizin güvenilmez bir yazarıdır. New York'ta yaşayan bir sosyal hizmetler çalışanının hafızası, neredeyse bir erken demans hastasınınki kadar bulanık. Demans ya da değil, herkesin anıları eksik ya da çelişkili. Sylvia'nın annesine göre sevgi dolu yuvaları, alkolik kızının kâbusu. Karakterlerin hatıralarına şüpheyle yaklaştığımız film, hasta ve sağlıklı ikileminden uzaklaşıyor.
Yönetmen Michel Franco'nun filminde hafıza, mutluluk için bir ön koşul değil. Demansın ilk evrelerindeki Saul (Peter Sarsgaard), yardımcısı Sylvia (Jessica Chastain) ile sohbet ederken ve parkta dolaşırken mutlu. Gülümseyerek baktığı hayatta çimen kokusuna, neşeli bir şarkıya ya da yemeğin tadına çevresindekilerden daha duyarlı. Hastalığı bir ceza olarak görüp kaderine küsmek yerine yaşadığı anın keyfini çıkarıyor. Evini bulamasa da sokakta uyuyakalsa da gözlerindeki ışık sönmüyor.
Bir demans hastasının başrolde olması, sinemadaki geleneksel erkek rollerine başkaldırır. Sağlıklı, yakışıklı ve cesur kahramanlar, ataerkil ideolojinin gücünü simgeler. Zayıflık olarak addedilen hastalık, erkek egemen topluma karşı bir tehdittir. Koruyucu prensler pek hastalanmaz. Filmde sevgilisinin banyosunda bayılan orta yaşlı, saçları dökülen ve göbekli Saul bir o kadar hoş ve çekici. Gündelik hayatında desteğe ihtiyacı olsa da başı hep dik. Unutkanlıklarına rağmen edilgen tek bir bakışı yok. Her daim atletik ve enerjik erkek tiplemesini alaşağı eden Saul'un aurasına Sylvia ile birlikte ben de kapılıyorum.
Filmin sözde sağlıklı erkeklerinin Saul kadar muhakeme yeteneği yok. Sylvia'nın otoriter eniştesi, baldızının her kelimesini denetliyor. Yarattığı steril aile ortamında herkes mutsuz. Kontrolcü enişte gibi Saul'un kardeşi Isaac (Josh Charles), "hasta" abisini eve hapsederek egosunu tatmin ediyor. Evinde yaşadığı abisinin kredi kartını bloke ediyor; telefonunu elinden alarak Sylvia'yı aramasını engelliyor. Filmin asıl hastaları, empati ve şefkatten yoksun kontrolcü karakterleri.
[Spoiler içerir]
Aşk genelde sağlıklı karakterlere lütfedilir. Genç, dinamik, çekici karakterler birbirlerine yakıştırılır. Hepimizi ağlatan Love Story'de (1970) olduğu gibi amansız hastalık sevgiliyi sonradan yakalar. Zamanla güçten düşerek ölmesi de senaryonun dramatik etkisini arttırır. Oysa filmde sağlık çalışanı Sylvia, iş çıkışı baktığı Saul'dan hoşlanır. Hastalık, ilişki kararında etken olmaz. Geçmişte yaşadığı cinsel tacizden sonra belki de ilk defa kendini güvende hisseder. İlişkilerinin hiçbir evresinde Saul, "Ben hastayım. Sana layık değilim. Bizim geleceğimiz olmaz. Üzülürsün." gibi klişe laflar edip kadını terk etmez. Güvene, sevgiye ve arkadaşlığa dayalı ilişkileri içimizi ısıtır.
Filmin "Memory" isminin, Türkçeye "bellek" yerine "anımsama" ve "gönül, kalp, sevgi" anlamındaki "hatır" şeklinde çevrilmesi çok başarılı. İki anlamlı "hatır," filmin ruhunu yakalamış. Anılar, karakterlerin gönül ilişkilerine göre şekillenir. Anne, çok sevdiği merhum kocasının kızını taciz etmediğinden emin. Kocasının, evde bir odanın kapısını kilitleyip kızıyla baş başa film seyretmesini "baba sevgisi" olarak açıklar. Hafızasını, yalancılıkla suçladığı kızı değil, özlemle andığı kocası yazar.
Sylvia, bir lise mezunlar buluşmasında karşılaştığı Saul'un onu küçükken taciz eden öğrencilerden biri olduğuna emin. Partiden ayrıldıktan sonra onu takip eden ve hatta evinin önünde bekleyen Saul'dan biz de tedirgin oluruz. Bekar bir annenin defalarca kilitlediği kapısının sesi, sanki yaklaşan tehlikenin habercisi. Fakat kardeşine göre Saul, Sylvia'nın ayrıldığı yıl okula başlamış. Ne bir huzursuzluk çemberinde yaşayan kadına ne de geçmişi unutan Saul'a inanabiliyoruz. Aralarında zamanla gelişen "hatır" ilişkisi, yeni hatıralar yazıyor.
Bazı eleştirmenler, cinsel tacizi ve alkol bağımlılığını demans kadar derinlemesine işleyemeyen filmin konudan saptığını yazmış. Fakat sadece demansa odaklanan bir senaryo, Saul'u ötekileştirirdi. Herkesin farklı sebeplerden dolayı yaralı olduğu film, hasta/sağlıklı ayrımını kırıyor. Geçmişi inkâr eden anne, kontrolcü damadı, korkuyla yaşayan kızı ve Saul'u eve kapatan abisi de "hasta".
Filmin bulanık sularda yüzen kurgusu, seyirciye âdeta demans başlangıcını yaşatıyor. Saul'un neden genç kadını gece yarısı takip ettiği bir muamma. Sylvia annesini affedecek mi ya da bu aşk ne kadar sürecek bilmiyoruz. Saul'un demansı ilerlemeden biten filmin "hatırına" biz de korkularımızla yüzleşerek yaşadığımız ana tutunuyoruz.
Naz Bulamur kimdir?Prof. Dr. Ayşe Naz Bulamur, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünden mezun oldu ve Yeditepe Üniversitesinde İngiliz Tiyatrosu üzerine yüksek lisans yaptı. University of Wisconsin-Milwaukee'de Edebiyat Çalışmaları dalında doktorasını tamamladıktan sonra akademik kariyerine Boğaziçi'nde başladı. Çağdaş romanda İstanbul temsillerini incelediği Tales of Istanbul in Contemporary Fiction (2011) adlı doktora tezi, Edwin Mellen Press tarafından yayımlandı. Victorian Murderesses: The Politics of Female Violence (Cambridge Scholars, 2016) başlıklı kitabı, 19. yüzyıl İngiliz romanlarında kadın katillere odaklanır ve kadınların ekonomik ve kanuni hakları olmadığı için şiddete başvurduğunu savunur. Amerikalı, İngiliz, Türk yazarlar (Elif Şafak, Julia Kristeva, Orhan Pamuk, A. S. Byatt, Edith Wharton, Elizabeth Gaskell, Erendiz Atasü, Theresa Cha, Martin Amis) üzerine yazdığı makaleler, uluslararası akademik dergilerde yer aldı. Boğaziçi Üniversitesinde roman, tiyatro, edebiyat teorisi dersleri veren Bulamur, feminizm, oryantalizm ve kültürel çalışmalar ışığında kitap, film, dizi eleştirileri yazıyor. |