Cambaz, tanıtımda iddia edilenin aksine neden “Kuzuların Sessizliği’nden sonra izlediğimiz en iyi seri katil filmi” değil? Anthony Hopkins ve Jodie Foster’ın başrollerini paylaştığı filmdeki psikolojik gerilimden ve zekice tasarlanmış kurgudan eser olmayan filmdeki tek korku unsuru ayrımcılık.
Filmdeki iki suç ortağının fiziksel ve karakter özellikleri ötekileştirilmiş. Cambaz’ın (Nicolas Cage) uzun beyaz saçları ve beyaz pudrayla kaplanmış yüzü, onu toplumun diğer bireylerinden ayrıştırır. Çocukları rahatça kandırabilecek bir palyaçonun ses tonu, mimikleri ve bakışları tehlikenin habercisi. Aykırı giyimi ve görünüşü ile göze batacak birine güvenilmemesi gerektiği mesajı verilir. Oysa şık, kibar ve herkesin hayran olduğu bir iş insanı da Amerikan Sapığı (2001) olabilir.
[Spoiler içerir.]
Cambaz’ın sağkolu da norm dışı. Rahibe kılığına girerek ailelerin güvenini kazansa da kamera bizi kadının çöp evine götürerek onun toplum tarafından dışlandığının altını çizer. Torbalar dolusu eski eşyanın merdivende biriktiği ve kötü kokan ev, Amerika’daki kokuşmuşluğun sembolüdür. Ruth (Alicia Witt), evindeki böcekler gibi yolunu kaybetmiş. Ancak domestik rollerine uymayan yalnız ve sorunlu bir kadının suç işleyebileceği ima edilir. Peki evi kurabiye kokan titiz bir kadın katil olamaz mı?
Film, iki katili ötekileştirerek korku türünden uzaklaşır. Sanki amaç seyirciyi heyecanlandırmak değil, “katili görünüşünden ve davranışlarından tanırsın” mesajı vererek içimize su serpmek. Farklı bir giyim tarzını, makyajı, pisliği yaklaşan tehdidin habercileri olarak gösteren film, ayrımcılığa ister istemez çanak tutar. Tertemiz bir ev ya da ütülü bir takım elbise, sahiplerine kefil olabilir mi?
Seri katili yakalamakla görevlendirilen FBI ajanı kadın olsa da film geleneksel cinsiyet rollerini destekler. Lee Harker (Maika Monroe), cinayet dosyasını zekasından çok içgüdüleriyle çözer. Böylece film, yüzyıllardır olduğu gibi kadınları mantık yerine sezgilerle özdeşleştirir. Açılış sahnesinde Lee, bir soruşturma için kapısını çalacaklarını evden tehlikenin kokusunu alır. Altıncı hisleri ile suçluları yakalar.
Cambaz filminden bir kare
Soruşturmayı başarıyla yürütemeyen ve Lee’nin gösterdiği delilleri anlamayan Ajan Carter (Blair Underwood), bir Afrikalı-Amerikalı. Fevri davranışlarıyla güven telkin etmeyen Carter’da, Kuzuların Sessizliği’ndeki karakterlerin kıvrak zekasından eser yok. Kendi ailesini bile koruyamayan bir polis. Ne kadar seri katil olsa da toplumu avcuna alıp bir kukla gibi oynatan Cambaz, beyaz bir erkek.
Cinsiyet ve ırk klişelerini belki de fark etmeden destekleyen filmin toplum eleştirisinden etkilenemedim. Amerika, ışıltılı gökdelenleri yerine tek tip müstakil evlerin bulunduğu ıssız bir mahallesiyle karşımıza çıkar. Griye boyanmış evlerde ve boş sokaklarda yalnızlık hüküm sürer. Şeytana tapan karakterleriyle film, Amerika’nın modern ve aydın imajını sorgular.
Cambaz’ın iç çatışmasına pek şahit olmadığımız için saçtığı şiddeti umursayamadım. Yönetmen Osgood Perkins, babası Anthony Perkins’in oynadığı meşhur Sapık (1960) filmindeki psikolojik gerilimi yansıtamamış. Katilin ataerkil aile kurumuna karşı açtığı savaşın altındaki motivasyon derinlemesine işlenmemiş.
Filmin “uzun bacaklı” anlamına gelen adı Longlegs’i sevdim. Küçük Lee, onu tehdit eden yetişkinin diz hizasındadır. Cambaz’ın uzun bacakları, mağdurun küçüklüğünü vurgular. Cambaz’ı bir çocuğun perspektifinden gösteren sahnelerde katilin yüzünün yarısını görürüz. Lee gibi Cambaz’ın gözlerini görmeye boyumuz yetişmez. Ajan Lee’nin çocukluk travması, failinin yarım yamalak ekrana gelen görüntüsüyle yansıtılır.
Fakat bu detay dışında kurgu sıradan. Aniden yükselen sesler ya da ekranda beliren cesetler pek ürkünç değil artık. Altı bölüm ve epiloğuyla hikâyeyi ters düz eden Sevgilim Kaç’tan sonra Longlegs geleneksel korku unsurlarıyla örülmüş bir film. Lineer senaryosuyla cambazlıktan uzak bu filmi izlemeseniz de olur.
Naz Bulamur kimdir?Prof. Dr. Ayşe Naz Bulamur, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünden mezun oldu ve Yeditepe Üniversitesinde İngiliz Tiyatrosu üzerine yüksek lisans yaptı. University of Wisconsin-Milwaukee'de Edebiyat Çalışmaları dalında doktorasını tamamladıktan sonra akademik kariyerine Boğaziçi'nde başladı. Çağdaş romanda İstanbul temsillerini incelediği Tales of Istanbul in Contemporary Fiction (2011) adlı doktora tezi, Edwin Mellen Press tarafından yayımlandı. Victorian Murderesses: The Politics of Female Violence (Cambridge Scholars, 2016) başlıklı kitabı, 19. yüzyıl İngiliz romanlarında kadın katillere odaklanır ve kadınların ekonomik ve kanuni hakları olmadığı için şiddete başvurduğunu savunur. Amerikalı, İngiliz, Türk yazarlar (Elif Şafak, Julia Kristeva, Orhan Pamuk, A. S. Byatt, Edith Wharton, Elizabeth Gaskell, Erendiz Atasü, Theresa Cha, Martin Amis) üzerine yazdığı makaleler, uluslararası akademik dergilerde yer aldı. Boğaziçi Üniversitesinde roman, tiyatro, edebiyat teorisi dersleri veren Bulamur, feminizm, oryantalizm ve kültürel çalışmalar ışığında kitap, film, dizi eleştirileri yazıyor. |