Niclas Larsson'un trajikomik filminde 82 yaşında şık ve bakımlı bir kadın, oğullarıyla birlikte gittiği mobilyacıda yeşil bir koltuğa oturup kalır. Saatler geçse de evine dönmek istemez. Endişelenmeye başlayan David'in "İyi misin?" sorusuna annesi, "İyiyim, sadece sizinle gelmiyorum." cevabını verir. En sevdiği restorana bile gitmek istemez. Kanepeden zorla kaldırılırsa dükkânın merdiveninden bilerek düşüp kafasını patlatacaktır. Anne, koltuk uğruna neden ölümü göze alır?
Geceyi mobilyacıda geçiren Anne (Ellen Burstyn), yerleşik aile hayatını alaşağı eder. Ataerkil toplumlarda herkesin evi yurdu bellidir. Oysa üç sevgiliden üç çocuk yapan Anne, evlenmek yerine Avrupa'da seyahat etmeyi tercih etmiş. Ne erkeklere ne de annesine bırakıp gittiği çocuklarına bağlanmış. Hayat boyu bir akışta sürüklenen kadın, domestik ideolojiyi temsil eden evinde ölmek ister mi?
Evinde bulamadığı heyecanı, kimin ne zaman girip çıktığı ve ne kadar süreyle kalacağı belli olmayan mobilyacıda bulur. Eski eşyalarla döşeli evi, gençliğini ve yarım kalmış ilişkilerini hatırlatır. Salonundaki kahverengi çerçeveler ve her yeri saran biblolar kasvetlidir. Oysa mağazadaki etiketli eşyaların hüzünlü hatıraları yok. Yeni bir koltukla geçmişi yeniden yazmak mümkün.
Eve benzeyen ama aslında ev olmayan mobilyacılar çekicidir. Amaç alışveriş değildir sadece. Tertemiz yatak odalarına ve yağ değmemiş mutfak tezgahlarına gıpta ederiz. Derli toplu bir ev ve hayat düşleriz. İsveçli bir mobilya firmasında satılan çekmece düzenleyicileri, bizi yaşadığımız keşmekeşten kurtarma ümidi verir. Zincir mağazanın planlı koridorlarında, dağılan düşüncelerimizi toparlarız. Gerçek olmayan odalarda bulduğumuz huzur, dükkânın restoranında pekişir.
Satılan eşya değil, hayali bir mutluluktur. Mobilyacıdan ayrılamayan bir diğer karakter, annesini yalnız bırakamayacağı bahanesine sığınan David'dir. Dükkânın çakma salonunda, satış temsilcisi Bella ile mum ışığında yemek yerken mutludur. Satılık bir yatakta rahatça uyur. Genç kadın David'e, mobilyacıda gezmek eğlenceli olsa da müşterilerin akşam evlerine dönmeleri gerektiğini hatırlatır. Oysa David'in karısı ve çocuğuyla yaşadığı ev yuva değildir. Karakterler aidiyet duygusunu evleri yerine bir mobilyacıda yaşar.
"Anne" kimliğine indirgenen isimsiz karakter, geleneksel eş ve anne rollerine uymadığı için pişman değil. Oğluna, hiç çocuk istemediğini ve doğumdan sonra aylarca ağladığını itiraf eder. Cinsel arzunun ürünleri olarak nitelendirdiği çocuklarını nesnelleştirir. Özlemediği torunlarını görmek için koltuktan kalkmayacağını söyler. Kalıplara sığmayan kişiliği için özür dilemez.
Filmde çaresizce huzur arayan kişi, anneden çok oğlu David. Ewan McGregor, her mimiğiyle karakterin yaşadığı türbülansı hissettiriyor. Bir zamanlar onu terk eden annesinden çok kendi ebeveynliğiyle hesaplaşır. Plajda yüzme bilmeyen kızını telaşla ararken öyle bir müzik çalar ki bir dakikalık arayış sanki bir saat sürer.
Mother, Couch'da David'in elindeki ve sırtındaki kesikler, ailedeki iç kanamayı resmeder. Birbirlerine yabancılaşmış kardeşler, David'in sırtındaki bıçağı umursamaz. Ailelerindeki yaraları saramazlar. Koltuktan kalkmayan annelerini anlamaya çalışıp çözüm üretmek yerine 911 acil hattından yardım istemeyi düşünürler. Anne, eğer dükkândan zorla çıkarılırsa çocuklarını ısırıp tekmeleyeceğini söyler. Yanında bıçak taşır. Tehdit ve şiddetle derinleşen yaralardan akan kanlar sel olur.
David'in, mobilyacıdaki çalışanlar ile birlikte oturduğu sofra, Leonardo da Vinci'nin "Son Akşam Yemeği" tablosuna benzetilir. İsa'nın çarmıha gerilmeden önceki son yemeğinde, havarilerinden birinin ona ihanet edeceğini açıklar. Satılık bir masada kurulan sofradaki ihanet, aile yerine eşyalara şükran duyulmasıdır. David, kadehini sevdiklerine değil, "yeni mobilyalara" kaldırır. Nesnelerin canlılardan üstün tutulduğu Amerika'yı eleştiren filmde, pahalı bir koltuk ve aile sırlarını saklayan şifonyer başrolde.
Mobilyaları karakterleştiren yönetmen, insanlar yerine objelerle ilişki kurduğumuzu başarıyla resmetmiş. Bu sürreal filmin sonunda David'in annesiyle helalleşmesi ve kardeşleriyle buluşması hayal bile olsa sevginin birleştirici gücüne inanmak güzel.
Naz Bulamur kimdir?Prof. Dr. Ayşe Naz Bulamur, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünden mezun oldu ve Yeditepe Üniversitesinde İngiliz Tiyatrosu üzerine yüksek lisans yaptı. University of Wisconsin-Milwaukee'de Edebiyat Çalışmaları dalında doktorasını tamamladıktan sonra akademik kariyerine Boğaziçi'nde başladı. Çağdaş romanda İstanbul temsillerini incelediği Tales of Istanbul in Contemporary Fiction (2011) adlı doktora tezi, Edwin Mellen Press tarafından yayımlandı. Victorian Murderesses: The Politics of Female Violence (Cambridge Scholars, 2016) başlıklı kitabı, 19. yüzyıl İngiliz romanlarında kadın katillere odaklanır ve kadınların ekonomik ve kanuni hakları olmadığı için şiddete başvurduğunu savunur. Amerikalı, İngiliz, Türk yazarlar (Elif Şafak, Julia Kristeva, Orhan Pamuk, A. S. Byatt, Edith Wharton, Elizabeth Gaskell, Erendiz Atasü, Theresa Cha, Martin Amis) üzerine yazdığı makaleler, uluslararası akademik dergilerde yer aldı. Boğaziçi Üniversitesinde roman, tiyatro, edebiyat teorisi dersleri veren Bulamur, feminizm, oryantalizm ve kültürel çalışmalar ışığında kitap, film, dizi eleştirileri yazıyor. |