Yandaki odada açık olan televizyondan nafile bir çaba ile yükselen şarkının sesi beni aniden eski günlere götürüyor. Nafile bir çaba çünkü aslında şarkı çoktan unutulmuş ve adeta unutulduğunun bilincinde bir bedbahtlık ile söyleniyor. Film 1970’lerden eski bir Türk filmi: Dert Bende. Türkan Şoray başrolde. Gencecik görünüyor ekranda. Yüzü incecik, beli incecik… Bir gece kulübünde gözlerini aşağıya yukarıya doğru süzerek ve saçlarını ara sıra arkaya atarak şarkı söylüyor. Masumiyetin asıl masum değilmiş gibi yaparken ortaya çıktığını düşünüyorum. Eski Türk filmlerinde hep böyleydi: kendini dişli gibi göstermeye çalışan ve adeta “ben kaçın kurasıyım biliyor musun” der gibi, ağır makyajlı, uzun kirpiklerinin arasından arsızca bakmaya çabalarken masumiyetini ele veren başrol kadınları…
Kulağıma çalınan şarkıyı ise Kâmuran Akkor söylüyor. Mehmet Yüzüak’ın kaleme aldığı şarkı sözleri şöyle:
“dert çeke çeke
dermansız kaldım
kader çıkmazından
dönmek istedim dönemedim”
Kamuran Akkor “dönemedim” derken sesini unutulmayacak bir şekilde titretiyor; ve devam ediyor
“perişan olsam
kim ağlar ki bana
seven kavuşmaz dünya yıkılsa
kıyamet kopacak
bir gün nasıl olsa
kader çıkmazında”
Bu şarkıyı duyunca, öncelikle sözlerini nasıl hatırladığıma ve söyleyebildiğime hayret ediyorum. İnsan birçok şeyi unutabiliyor ama şarkı sözü kolay kolay unutulmuyor ve melodiyi duyar duymaz dudaklardan dökülüyor. Demans (bunama) sıkıntısı olan yaşlılara gençliklerinden kalan bir şarkı çalınca hemen mırıldanmaya başlıyorlar… Bellek çalışmaları, bilinçli hatırlamak yani açık bellek (explicit memory) ile örtük bellek (implicit memory) arasında bir farka işaret ediyor. Örtük bellek ile otomatik/mekanik olarak zihnin arkaplanında bulunan ve bilinçli olarak hatırlanmalarına gerek olmayan, öğrenilmiş bilgiler kastediliyor. Örneğin bisiklete binmek, diş fırçalamak, ayakkabı bağlamak gibi... Dişinizi fırçalamayı tam olarak ne zaman ve nasıl ögrendiğinizi bilinçli bir şekilde hatırlamak zor olabiliyor belki ama diş fırçasını elinize alınca otomatik olarak dişinizi fırçalayabiliyorsunuz. Bir şarkıyı ilk ne zaman duyduğunuzu bilinçli bir şekilde hatırlayamasanız da, şarkının sözleri otomatik olarak dudaklarınızdan dökülebiliyor. Açık ve örtük bellek adeta iç içe geçmiş gibi. Bazı şeyleri bilinçli bir şekilde düşünerek hatırlıyor, bazılarını ise otomatik olarak biliyoruz. Açık bellek galiba daha hızlı kayboluyor. Yine de otomatik olarak yaptıklarımız açık belleği de tetikliyor olmalı.
Kamurân Akkor’ın sesini titreterek söylediği “kader çıkmazında” şarkısının sözleri, beni Ankara, Kavaklıdere, Bestekâr sokak’taki çocukluğuma götürdü. Hayatımın kocaman bir dönemi bir şarkı nakaratını duymanın ve Türkan Şoray’ın göz süzmesini görmenin ardından tüm detayları ile karşıma çıkıverdi. Bestekar sokak’daki evimizin hemen karşısındaki yokuştan yukarı çıkınca sağ köşede Dilek Sineması vardı. Ben Türkan Şoray’lı, Filiz Akın’lı, Hülya Koçyiğit’li filmleri orada seyrettim. Cam şişesinin içine leblebi atılmış Coca Cola eşliğinde... Bizim apartmanın kapıcısı Nail efendi’nin çocukları ve apartmandaki diğer yaşıtım çocuklar hep birlikte sinemaya giderdik. Aslında işi gücü epeyce fazla olan, hem evde hem evin dışında sürekli çalışan annem nasıl olursa bir yolunu bulur ve arada sırada bizi Dilek Sineması’na, bazen de Küçükesat’taki Karınca Sineması’na götürürdü. Fareli köyün kavalcısı gibi o önde ve biz çocuklar arkada güle oynaya sinemaya giderdik.
Bir şarkı insana yaşamının bir kesitini böylesine hatırlatabiliyor. Bunun neden böyle olduğunu düşünüyorum. Tıbbi nedenlerini bilmiyorum ama yaşlanmak bir yerde masumiyete geri dönüş belki de...ve artık masumiyetten çok uzak olduğunu bildiğiniz dünyaya karşı bir direniş. Yaşlanan insanlar mutlu anıların yanı sıra türlü acıyı ve hüznü omuzlarında taşıyorlar. Elbette ayağa kalkmakta ve yürümekte zorlanmalarının fiziksel nedenleri var. Yine de onları izlediğimde, mutluluk ile hüzün arasında sürekli sendelediklerini düşünüyorum. Yürümek ya da yürüyememek...90’larına merdiven dayayanlar için her ikisi de pekala mümkün ve her ikisi de sürpriz değil.
Yaşlanmayı en güzel anlatan dizelerin yazarı Nazım Hikmet, çoktandır şaşıp kalmayı unuttuğunu dile getirirken şöyle der:
“Şaşkınlık, alabildiğine yuvarlak açık ve alabildiğine genç gözleriyle bırakıp gitti beni.”
Yaşlanmak artık şaşırmamaya dair bir olgu. Şaşkınlığın gözleri gerçekten genç. Şaşırmak artık olmasa da, yaşlanmak var olmaya dair bir direnci gösteriyor.Yaşlanmanın teslimiyet değil de bir tür direniş olduğunu düşünmek onunla bir nebze barışmayı sağlayabilir mi diye düşünüyorum. Adeta bugünkü dünyanın başrol oyuncularına kafa tutmak, dünya başka bir yerdi siz onu bu rezil hale getirene kadar diyebilmek. Belki de bu ille de nostalji değil de bir bilgi paylaşımı olarak da görülebilir. Geçmişi tasvir etmek çabası, pek ilgi görmese de, belki de bir yerlerde bir tınısı kalacak bir direniş. Özne olmakta, özne kalmakta direnmek. Bugün gerek siyasette gerekse toplumsal yaşamda hak, hukuk gibi olgulardan hızla uzaklaştığımız bir dünyadayız ve geçmişi hatırlamadan, gelecek ve gençlik fetişizmi ile demokratikleşmeye doğru yelken açmak oldukça zor görünüyor. Garip ama belki de yaşlılığı öne çıkarmak ve geçmişteki hak kazanım mücadelelerini hatırlamak sanki daha anlamlı olurmuş gibi geliyor insana. Hak kazanımları için mücadele verenler yaşlanıp öldükçe ya da sesleri duyulmaz oldukça haklar sıradanlaşıyor, kıymetsizleşiyor. Öyle ki hakların elimizden alınması “son dakika” haberi bile olamıyor. Hayat haksız, hukuksuz devam ederken, hakların kazanım mücadelelerini hatırlamayanlar, dişlerini fırçalamaya devam ediyorlar. Açık belleğin kaybı bir yerde yaşı genç olanları da yaşlı kılıyor. Artık geçmiş çoğu insanı ilgilendirmiyor. Geçmişten gelen bilgiler, eski şarkılar gibi, yaşamın içine “remix” edilirken, anlamsız, etkisiz kılınıyor. Tarih disiplinine olan ilgi yarışma programları bilgisi düzeyinde kalabiliyor; hakların kazanım mücadelelerinden ziyade hükümdarların isimleri ve/ya kazanılan askeri zaferler öne çıkarılıyor. İnsan hakların kazanım tarihini bilmeyince, onların kaybının ayırdında olamıyor. Tıpkı savaşların getirdiği trajedileri bilmeyen devlet büyüklerinin yeni savaşlara kolaylıkla yönelebilmeleri gibi.
Gençliğimizde yani yaşamımızın en etkin dönemlerinde masumiyete dudak büktük, hatta masumiyeti bir yerde dünyaya hakim olmamak ile özdeşleştirdik. Masumiyeti neredeyse bilgisiz, deneyimsiz olmak ile eşleştirdik. Masum olana neredeyse acıdık; onu bilge olarak görmek aklımızdan bile geçmedi. Meğer gençlik masumiyetten kaçış, yaşlanmak ise masumiyete dönüş imiş... Yaşlıların bedbahtlıklarının arkasında masumiyete dönmenin imkansızlığı yatıyor. “Kader çıkmazında,” dönmek istiyorlar ama dönemiyorlar...