Geçen hafta, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısı ile gerek dünyada gerekse de Türkiye’de kadın haklarına ve kadın hareketine dikkat çeken birçok etkinlik düzenlendi. Sabancı Üniversitesi, Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu’nun düzenlediği birçok etkinlikten birisi de özellikle Orta Doğu’daki kadın hakları ve hareketleri konusunda çalışmaları ile bilinen dünyanın en saygın akademisyenlerinden Deniz Kandiyoti’nin verdiği konferanstı. Bu konferans benim için o denli ufuk açıcı oldu ki bir yerde bu yazıyı yazmama da vesile oldu. Bir de “Tercih” başlıklı eski bir yazıda (T24, 13 Kasım 2013) dile getirdiğim vurguyu yeni örnekler ile yeniden ziyaret etmek istedim.
20’li yaşlarımdan bu yana kendisini feminist olarak tanımlayan bir kadınım. Kadınların ancak başka kadınlar ile bir araya gelerek haklarını savunabileceklerini düşünürüm. Feminizm ile tanışmamda Deniz Kandiyoti gibi hocaların yıllardır bıkıp usanmadan yazdıklarının etkisi büyüktür. Kadınların “esaretten kurtulması” ile “özgürleşmesi” arasındaki ince farkı okuduğumda 20’li yaşlarımdaydım. Birden bire ne kadar çok şeyi anladığımı hatırlıyorum bu farkın ayırdına vardığımda… Bu farka 1987’de dikkat çeken Kandiyoti, Cumhuriyet döneminin kadınlara sivil ve siyasal yasal haklar getirdiğini ve bu anlamda kadınları esaretten kurtardığını ancak toplumda egemen olan cinsiyete ilişkin kodların kadınların özgürleşmesinin önünde engel olmaya devam ettiğini söylüyordu. Elbette esaretten kurtulmak ve özgürleşmek birbirini dışlamayan ve tamamlayan süreçlerdi ancak bu ince farkların bilincinde olmak önemliydi. Toplumda cinsiyete ilişkin kodlar ile ne kastettiğimi Hindistan’dan bir örnek ile açayım.
Hindistan’da şiddetin arkasındaki 'koruma/kollama' söylemi
Geçen hafta, BBC, India’s Daughter isimli bir belgesel yayınladı. Bu belgeselde Hindistan’da bir otobüste birçok erkeğin tecavüzüne uğradıktan sonra öldürülen tıp öğrencisi bir kadının yaşadığı şiddet anlatılıyor. Filmin en önemli özelliği tecavüzü gerçekleştiren erkeklere ve onları savunan avukatlara mikrofonun uzatılmış olması. Film Hindistan’da yasaklandı ve hatta BBC’ye Hindistan devletinin gönderdiği resmi bir mektup ile BBC’nin yayını durdurması talep edildi. BBC ise filmi yayınladı elbette… Sonrasında da Youtube’dan filme ulaşım sağladı. Film önemli ve seyretmesi çok zor bir film. Ben yıllardır Avrupa faşizmlerini çalışmış biri olarak her zaman şiddet uygulayanların kafalarının içinin de en az mağdurların başına gelenler kadar çalışılması gerektiğini düşünürüm. Ancak bu belgesel vesilesiyle kötülüğü çalışmanın ve öğrenmenin insanı ne denli sarsacağını ve ümitsizliğe düşüreceğini daha önce yeterince anlamamış olduğumu fark ettim. Nazi dönemine en fazla ışık tutan çalışmalardan birini Hannah Arendt yapmıştı ve Yahudi soykırımının mimarlarından Adolf Eichmann’ın kafasının içini anlamaya ve anlatmaya çalışmıştı. “Kötünün banalliği” ifadesi de bu çalışmadan çıkmıştır. Şiddet uygulayan kocalar, tecavüzcü erkekler konuştukça da insan sürekli “kötünün banalliği” ifadesini düşünüyor. Aslında “kötü” olanın ne kadar da uzakta, canavarlara özgü bir olgu değil de yakınımızda olduğunu ürpererek fark ediyorsunuz. Hindistan’da kelimelerin anlatmaya kifayetsiz kaldığı şiddeti gerçekleştiren erkekler konuştukça nasıl egemen bir söylemin kodları içinde gerçekleştirdikleri şiddeti akla uydurdukları açıkça görülüyor. Bu erkekler hep bir ağızdan kadının kırılgan bir çiçek olduğunu, korunması kollanması gerektiğini söylüyor, gece sokağa çıkmaması gerektiğini, olur ya mecbur kalıp da çıkarsa yanlarında onları koruyacak bir erkek akrabalarının (ama erkek arkadaş değil!) olması gerektiğini fütursuzca söylüyorlar. Fütursuzca, küstahça…2015 yılında… Kadınların maruz kaldığı şiddetin arkasında onları eşit değil, kırılgan, çiçek gibi ve korunmaya, kollanmaya muhtaç gören bu düşünce yatıyor. İnsan dinledikçe ümitsizliğe düşüyor… Kadını korunmaya muhtaç bir emanet olarak gören söylemin yaygınlığı nefes almayı güçleştiren boyutlarda. Toplumda egemen olan kodlar işte bunlar. Bunlar böylesi yaygın oldukça da kadınların onları esaretten kurtaran bütün yasal düzenlemelere karşın özgürleşmeleri mümkün olamıyor. İşte bu yüzden geceleri, sokakları ve meydanları terk etmiyoruz, gece yürüyüşlerine devam ediyoruz… Korunmak kollanmak değil, eşitlik talep ediyoruz.
Feminist söylem içinde kadının farklılığına işaret eden çok sayıda çalışma var ancak unutmamak gerek, bu çalışmalar eşitlik söyleminin sonrasına ait çalışmalar… Yani eşitliğe alternatif değiller. Ancak bir bakıyorsunuz bu farklılık söylemi toplumsal cinsiyet eşitliği anlayışından zerrece nasibini almamış erkeklerin diline düşmüş.
Ataerkil ağızlarda feminist dil
Feminist söylemin tarihte sık sık kadınların elinden (dilinden) alınıp erkeklerin kendi iktidarlarını akla uydurmaya hizmet ettiğini dehşete düşerek gözlemlemek mümkün. Örneğin, Leila Ahmed’in yıllar önce işaret ettiği gibi İngiliz sömürgecileri, İngiltere’de kadınların seçme ve seçilme hakkını elde etmelerine şiddetle karşı çıkarken, bir yandan da bu mücadeleyi veren kadınların kullandığı dili Mısır’da kullanıyorlardı. Mısır’daki sömürgeci varlıklarını, oradaki kadınların esaretten kurtulmalarını (hatta özgürleşmelerini) sağladıklarını söyleyerek akla uyduruyorlardı. Bu dehşet verici bir şey… Kadınların geliştirdiği özgürlükçü söylem bir bakıyorsunuz erkek sömürgecilerin iktidarını perçinlemeye yarıyor. İktidar böylesi sağa sola eğilip bükülebilen bir olgu…ve asla yok olmuyor; gerekirse düşmanının söylemini kullanıyor ve hegemonyasını o şekilde sürdürüyor. ABD’nin neokonları da Afganistan’da benzer bir dil kullanmışlardı. Sömürgecilerin feminizm söylemini dillerine dolamaları gibi, anti-emperyalist söylemin de “kendim içinse namerdim valla kadınlar için yapıyorum” türü kelamlarını da bol miktarda gözlemlemek mümkün… Feminist dil iktidarını perçinlemek isteyen erkeklerin diline pelesenk olabiliyor…hem de sık sık.
Kör kuyulardan sokaklara
Bütün bunları düşününce, insan ister istemez farklı kadın hareketlerinin kendi içlerinde ve dışlarında kurdukları köprülerden vazgeçmeye ve hendek kazıp içinde oturmaya eğilim gösteriyor. Geçen hafta Kandiyoti’yi dinlerken, ne kadar kadın hareketlerinin kendi içlerine kapanmalarını savunmaya ve ne kadar özcü bir düşünceye savrulmuş olduğumu biraz da irkilerek fark ettim. Erkeklerin kadınlara destek için ve kadına yönelik şiddeti eleştirmek için mini etek ile İstanbul sokaklarında yürüme eylemi yapmasının dahi arkasında bir bit yeniği arıyordum. Erkeklerden hiçbir katkı beklememeye savrulmuştum, gölge etmesinler yeterdi… Korumasınlar, kollamasınlar… Sadece önümüzden çekilsinler istiyordum. Köprüleri atmıştım. Bunu idrak ettiğimde kendimden korktum. Kadına yönelik şiddet haberleri yorgunu bir ülkenin kadını işte böyle oluyordu… Hayatım boyunca kendi iç kimliğine kapanmayı, özcülüğü eleştirmiş, ama işte yenilmiştim…Derken Deniz Kandiyoti konuşmaya ve beni savrulduğum hendekten çıkarmaya başladı…Bu yazı biraz da ona bir teşekkür yazısıdır. Kandiyoti konuşmasında inatla köprülerden söz ediyordu. Başka türlü bir yere varılamayacağını usanmadan hatırlatıyordu. Farklı kadın hareketlerinin birbiri ile konuşmak istemediği bir noktaya savrulmuştuk. Dindar kadınlar ile ateist kadınların neredeyse ortak bir noktaları kalmamıştı. Türkiye’nin tarihinde yaşadığı belki de en belirgin kutuplaşma ortamı her şeyi, dostlukları bile etkilediği gibi kadın hareketlerini de etkiliyordu. Oysa konuşmak zorundaydık. Peki bizi buluşturan ne olabilirdi; asgari müştereklerimiz neler olacaktı? Örneğin, eşcinselliğe hastalık olarak bakan dindar bir kadın ile ortak bir yerde buluşabilecek miydik? İşte tam da bu noktada, “tercih hakkına saygı” diye tanımlayabileceğim bir olgu karşımıza çıkıyor. Dindar bir kadın eşcinselliği kabullenemeyebilir, ancak bunu kendi düşüncesi olarak ortaya koyması başka, bunun en doğru şey olduğunu söyleyip başkalarının da eşcinselliği hastalık olarak görmesi ve hatta eşcinselliğin yasaklanması için faaliyet göstermesi başka… İnsanlar kendilerinin kabullenemediği şeylere yaşam hakkı veriyor mu? İşte buluşma noktası burada. Başörtüsünü sevmiyorum ama yasaklanmasını da istemiyorum diyebilmek… Kürtajı tasvip etmiyorum ama yasaklanmasına da karşıyım diyebilmek. Beden kadınındır, karar kocanın veya devletin değil kadının kararıdır diyebilmek… Kısacası tercih hakkına saygı…kimsenin kendi tercih ettiği yaşam biçimini başkalarına dayatmaması. Şiddeti akla uyduracak hiçbir söyleme (yani tahrik indirimlerine) itibar etmemek, şiddetin kayıtsız şartsız karşısında olmak, boşanmış ve yeni bir hayata başlamış kadınların eski kocalarından gördükleri şiddetin, eşcinsellerin, trans bireylerin maruz kaldığı şiddetin karşısına aynı kararlılıkla dikilebilmek… İşte asgari müşterek bu.
Demek ki sorun kendi yaşam biçimini yasalar ile ya da toplumsal baskı ile mecburiyet haline getirme dürtüsü dizginlenemediği zaman başlıyor. Bu kendini dizginleyememe ve topluma yaşam biçimi dayatma dürtüsü çok ama çok yaygın. Hatta siyasetin başlıca konusu olmuş durumda. Sabah akşam bize nasıl yaşamamız gerektiğini pervasızca, fütursuzca söyleyenlere söylenecek söz şudur: Geceleri, sokakları, meydanları, ve tercih hakkımızı terk etmiyoruz… Hiç kimse bizi kör kuyuların, kazılmış hendeklerin içinde kalmaya zorlamasın. Onlara inat konuşacağız, buluşacağız ve gecelere gündüzlere sahip çıkacağız. Esaretten kurtulmakla yetinmeyip özgür olmaya çalışacağız. Türkiye’yi o kör kuyulardan birbiri ile konuşan kadınlar çıkaracak. Güneşi tutacağız… Görecek, göreceksiniz.