Ayşe Alan

19 Ocak 2020

Şimdi tatil, salın küçük kara balıkları özgürlüğe!

Projenin adı, "Dinimi Seviyorum, Öğreniyorum" ve müftülük eğitmenlerinin anaokullarını ziyaret ederek çocuklara din eğitimi vermesi şeklinde planlanmış. Hedef kitle 4-6 yaş! Bu yaş çocuklarına bu tür eğitimlerin verilmesi ne pedagojik ne de etik açıdan doğru

"Özgürlük fethedilir, armağan olarak alınamaz."
Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi

Küçük Kara Balık özgürlüğe özlem duyar. Daha büyük denizleri, hiç görmediği deniz canlılarını, başka suları, başka hayatları arzular. Onun küçük dünyasının sınırları bellidir, ve o sınırlar annesinin, babasının, arkadaşlarının zihinlerindedir en çok. Çünkü en güçlü sınırlar aklımıza, aklımızın aldığına, gözümüzün gördüğüne, vicdanımızın sorguladığına inat, hayatla buluştuktan sonra, ailenin, çevrenin, okulun, devletin koyduğu sınırlardır.

Hikayenin Küçük Kara Balık ve annesinin konuştuğu bölümlerinde insanın otoriteye karşı çıkışının diyaloglarını okuruz aslında. Kara Balık "Hayır anne" der. "Ben artık bu gezintilerden bıktım usandım. Başka yerlerde neler olduğunu görmek için yola koyulup gitmek istiyorum. Sen belki de bu sözleri başkaları küçük balığa öğretti diye düşünüyorsun. Ama bilmelisin ki, ben uzun zamandır bunu düşünüyorum."

Çocukların zihinleri de böyledir. Sınır sevmez, çitin arkasını görmek ister, yapıp bozmak ister, saçma sorular sormak, saçma cevaplar bulmak ister. Okul yaşamı ise bu noktada insan zihnini özgürleştirmek gibi misyonu olmasına rağmen, öğrencilerin aklı ve duyguları üzerinde az ya da çok tahakküm kurar, şekil verir. Ülkemiz örneği üzerinden düşünür, yakın tarihimizde kısa bir gezintiye çıkarsak eğitimde "gölge etme başka ihsan istemem" sözünün hakkını verecek bir durumla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.

İnsan aklını özgürleştirmek ancak, soran-sorgulayan, sorunun kendisine aşık bireyler yetiştirmekle (ki yetiştirmek sözünün kendisi bile sorgulanması gereken bir mefhum) mümkün.

Oysa ki biz anaokullarına kadar inmiş din eğitimi ısrarı ile çevrilmiş durumdayız.

Zorunlu din derslerinin 2 saate çıkarılması ve lisenin her kademesine yayılması başlı başına bir sorun. Bir yandan öğrencilerin seçmeli dersler bandında "Din ve Ahlaki Değerler" başlığı altında birçok ders sunuluyor. Bu başlıktan hareketle "müslüman olmayan" öğrenciler bu dersleri almadığı için ahlaki değerlerden "yoksun" olacağını mı varsaymaktayız sorusunu da akılda tutarak, okulların çocuklara başka alternatifleri sunup sunamadığından emin olamamakla birlikte, pek çok okulda zorunlu seçmeli dersler olarak bu derslerin sunulduğunu biliyoruz.

Konunun diğer boyutu da son zamanlarda çeşitli il ve ilçelerde MEB’in müftülüklerle yaptığı çeşitli projeler ve vahim boyutlara varan "değerler" adı altında çocuklara verilen din eğitimi. Bunun en çarpıcı örneklerinden beri geçtiğimiz ay Yalova’da yaşandı. Yalova Valiliği, İl Milli Eğitim Müdürlüğü, ve İl Müftülüğü ortak bir proje başlattı. Projenin adı : "Dinimi Seviyorum, Öğreniyorum" ve müftülük eğitmenlerinin her hafta anaokullarını ziyaret ederek çocuklara din eğitimi vermesi şeklinde planlanmış. Hedef kitle 4-6 yaş! Bu yaştaki çocuklara bu tür eğitimlerin verilmesi ne pedagojik ne de etik açıdan doğru değil. Çocuğun duygusal dünyasında telafi edilemeyecek yaralar açması kaçınılmaz olan bu eğitim en hafifinden korku ve kaygı düzeylerini yüksek tutacaktır. Zaten 4. Sınıfta başlayan Din Eğitimi bile öğrencilere seviyelerinin çok üzerinde, erken bilgiller veriyor, kafalarını karıştırıyorken, anaokulunda çocukların bu türden bir öğretiye maruz kalması kabul edilebilir değil. Nitekim anaokulundaki din eğitiminden şikayetçi olan bazı veliler çocuklarının kabus gördüğünü, kaygı seviyelerinin arttığını belirtmişler.

Tam da burada küçük kara balıkların merakını söndürmeden, onları gözeterek ne yapacağımızı sorgulama zamanı aslında.

Türkiye’deki din eğitimi politikalarının perspektifi daha çok zorunlu din dersi, daha çok seçmeli din dersi, ve daha küçük yaşta din dersi üçgeninde kendini gösteriyor. Bu üçgenin merkezinde MEB, çeperinde il ve ilçelerdeki müftülükler var. Bu çeper de kısa ve uzun vadeli, çoğunlukla "değerler" eğitimi altında bir takım projeler ya da hafız yetiştirme gibi doğrudan uygulamalar ile kendini gösteriyor. Buna karşın bir öğrencinin tüm eğitim hayatı boyunca 2 yıl, iki ders saati felsefe eğitimi aldığını aklımızda tutalım. Bir yandan da diğer derslere de, müfredatlara, okul içi uygulamalara, ezberlere, sınavlara bakalım. Bilim derslerinde ne kadar bilim okuryazarlığı yapıyor, sanat derslerinde sanatın da kendisi üzerine ne kadar düşündürüyor, yeni bir dil öğrenmenin farklı kültürlere kapı açmanın yolu olduğunu ne kadar farkettirebiliyoruz? Tüm bunların ötesinde ömürlerinin önemli kısmını okulda geçiren çocuklara bu uzun yılların ne kadarında zihinsel olarak "serbest" bırakabiliyoruz? Yoksa onların bize söyleyecekleri, hatırlatacakları şeylerden mi korkuyoruz?

Küçük Kara Balık ve annesinin diyaloğunda balığımız sözlerine şöyle devam ediyor:

"Tabii diğerlerinden de çok şey öğrendim. Örneğin şunu öğrendim ki, balıkların çoğu yaşlanınca ömürlerini boşuna geçirdiklerini söyleyip yakınırlar. Sürekli sızlanıp beddua ederler, herkesten şikayet ederler. Ben bilmek istiyorum, hayat gerçekten bir avuç yerde durmadan dönüp durmak, sonra da yaşlanıp gitmek mi, yoksa bu dünyada başka türlü yaşamak da mümkün mü?"

Bu dünyada başka türlü yaşamanın özlemini çeken küçük kara balıkların üzerlerindeki bu yüklerden kurtarılmaya ihtiyaçları var.

Mevcut durumda okul sistemi sorun çözenden çok sorunun ta kendisi olduğundan aileye çok iş düşüyor.

Elinde karnesiyle gelmiş çocuklarınıza notları üzerinden değil, deneyimleri üzerinden yaklaşabilirsiniz mesela. Bu tatili onlarla derslerden bağımsız diyalog kurmak için bir fırsat olarak kullanabilir, bir dünya haritası üzerinde gezinebilir, bir kitabın içine düşebilir, bir belgeselde şaşırabilir, bir yaprağın damarlarını inceleyebilir, soğuk havayı içinize çekerek sadece yan yana yürüyebilirsiniz. Ne de olsa tatil, ve salmak lazım küçük kara balıkları…