Ayşe Alan

13 Ocak 2019

Eğitim: "Bizim büyük körlüğümüz!"

Düşünmeye, kendimizi deşmeye, şüphe etmeye, emek vermeye ihtiyacımız var

Çocuklarımıza özel olduklarını hissettirmek elbette çok önemli, ve evet, her çocuk özel… Ancak onlara sürekli olumlu dönütler vermek, övmek, yaptıkları resimlere bir sanat eseri muamelesi yapmak, sene sonu gösterilerine “Broadway müzikali” havası vermek de neysin nesi?!

Son zamanlarda ülkemizdeki eğitimin durumunu düşündükçe aklıma sık sık Jose Saramago’nun “Körlük” romanı geliyor.

Kitapta, modern zamanda, bilnmeyen bir şehirde, aniden ortaya çıkan “beyaz körlük”, kısa sürede bir salgına dönüşüyor. Gün geçtikçe daha fazla insana bulaşan bu hastalığa yakalananlar, karantinaya alınıyorlar. Burada ağır yaşam koşullarında kaderleriyle başbaşa bırakılan insanlar, yaşam savaşı veriyorlar.

Sağlam bir liberal demokrasi eleştirisi olan bu roman kurgusunu zorunlu eğtimin sözde “özgürlük” gibi pazarlanan dayatmalarını ve yetiştirmeyi amaçladığı “makbul vatandaş”ı düşünerek günümüz eğitim sistemine benzetmek aslında hiç zor değil. Ancak ben başka bir noktaya değineceğim.

Öncelikle eğitimi okulla sınırlandırmadan, aileden başlayarak bireyin aldığı formal ve informal eğitimi birlikte düşünerek ele almaktan yanayım. Bizim “salgınımız”, beyaz körlük değil. Bizim salgınımız, “kendine körlük”.

Kendini bilmeme körlüğü… Kendi üzerine düşünmeme körlüğü…  

İster kültürel kodlar diyelim ister “zamane ebeveynliği” diyelim, ortaya çıkan sonuç toplumsal bir yozlaşma. Bu yozlaşmayı çocuklarımıza verdiğimiz mesajlarla körüklüyoruz.

Mesajları üç şarkı ismiyle karakterize edelim isterseniz!..

"Sen başkasın"

Çocuklarımıza özel olduklarını hissettirmek elbette çok önemli, ve evet, her çocuk özel… Ancak onlara sürekli olumlu dönütler vermek, övmek, yaptıkları resimlere bir sanat eseri muamelesi yapmak, sene sonu gösterilerine “Broadway müzikali”, okuldaki sergilere bienal havası vermek de neysin nesi?!..

Onların her fikrine sanki başkaları aynı şeyi düşünemezmiş, karşımızda küçük filozoflar varmış gibi yaklaşmamız hangi duyguyu besliyor olabilir?..

Yapmamız gereken sadece çocuklarımızı hem evde hem de okulda gelişimlerine yönelik desteklemek. Ancak bu şekilde kendilerini tanıyabilir ve insanın gelişen, dönüşen bir varlık olduğunu anlayabilirler. Ancak bu şekilde düşünmeyi, önce kendilerini görebilmeyi, fikirlerini sağlam temellere oturtabilmeyi öğrenebilirler.

Aksi takdirde ne yazık ki, “Ben yaptım oldu”, ya da “Ben böyle düşünüyorum, bence böyle” gibi açıklamaları yerleştirme ve pekiştirmenin ötesine geçemiyoruz.

"Bir tek dileğim var mutlu ol yeter"

Çağımızın mutluluk çılgınlığına diyecek çok sözümüz var. Konumuz bağlamında aklıma şu soru geliyor: Mutlu olmak, üzülmemek midir?..

Çocuğumuzun yanlış bir davranışın sonucunu yaşaması, yapıp ettiklerinin sorumluluğunu almasını sağlar. Ailede bunu öğrenmeyen çocuk, okulda hem akademik, hem de sosyal öğrenme alanlarında farklı sorunlar yaşar. Yanlışlarını görmekten ve kendini geliştirmeye çalışmaktan çekinir. Öğrenme sürecinde “Kendimi nasıl geliştirebilirim” sorusu yerine “En az emekle en çok kazancı nasıl sağlayabilirim” derdine düşer.

“Yeter ki çocuğumuz mutlu olsun” düşüncesiyle hareket edip çocuklarımızın kendini tanıma ve kendilerini geliştirme haklarını ellerinden almış olmuyor muyuz? 

"Seni pamuklara sarmalar sarar(ım)!"

Yukarıda bahsettiğim mutluluk anlayışıyla bağlantılı bir diğer durum: Hayat korunulması gereken bir şey midir? Zorluk çekmek kötü müdür?..

Çocuğun yerine, onun adına hayatını kurgulamak, kendimizce en rahat ettirebileceğimiz ortamı sağlamak için didinmek, en sık yaptığımız hatalardan…

Evde sorumluluk almayan çocuk, okulda da sorumluluklarından kaçıyor. Kaçtığı noktada aile onun yerine ödev peşinde koşuyor, onun yerine ders ve not takibi yapıyor.

Sonra en küçük bir sorunla karşılaştığında nasıl baş edeceğini bilmeyen çocuklar, yine sorunlarını başkalarına havale etmeyi hakları olarak görmeye başlıyorlar.

Sanki bir kar küreme makinasıyla yolları onlar yürümeden açıyoruz! Sonra o yollarda yürümeleri için ellerinden tutuyor, gidecekleri yere kadar götürüyoruz.

Okulda hazır bilgilerle donattığımız, düşünmeyi öğretemediğimiz, felsefe yaptırmadığımız, “kafa karışıklığı”na hiç izin vermediğimiz çocuklar ne yazık ki sormayı/sorgulamayı öğrenemiyorlar. Bu “kalıp”ın dışına çıkmaya, farklı bir eğitim vermeye çalışan okul ve öğretmenler de ne yazık ki büyük bir veli baskısıyla karşı karşıya kalıyor.

Aileler adeta birer küçük “Picasso”, “Einstein”, “İlber Ortaylı”, “Yaşar Kemal”, “Virginia Woolf” olan çocuklarının her yazdığının/ürettiğinin “muhteşem” olduğu üzerinden “çocuğun yerine öğretmene/okula çocuklarını anlatıyor”, daha fazla övgü, daha fazla not talep ediyorlar.

Kendini göremeyen, dünyayı göremez

Ez cümle: “Bilim yapmıyoruz, teknoloji üretmiyoruz, artı değerimiz yok” gibi eleştiriler yapanları can kulağıyla dinliyor ve hak veriyoruz. Batı’dan geri olmamızın sebebini de bilim ve teknolojide geri olmamıza bağlıyoruz.

Peki, Batı Aydınlanma Dönemi’ni yaşamasaydı, bilim yapabilir miydi?..

Önce düşünmeye, kendimizi deşmeye, şüphe etmeye, emek vermeye ihtiyacımız var. Kendini göremeyen, dünyayı nasıl görebilir?

Madem körlüğümüzü şarkılarla anlattık, çaremiz de bir şarkıdan, Ahmet Kaya’dan gelsin:

Beni yaşamımla sorgula iki gözüm
Beni yüreğimle, beni özümle
Bilimle anla beni, felsefeyle anla beni
Tarihle anla beni, ve öyle yargıla