Bundan 7 yıl önce Kanada’ya göç etme kararı almamdaki neden, memlekette her alanda -eğitim, sağlık, yargı, çevre vesaire- yozlaşmayı ve çürümüşlüğü görmem ve çocuklarıma başka bir ülkede yaşam ve eğitim fırsatı sağlamak istememdi. Bir kaplumbağa gibi evini, geçmişini, hayallerini sırtına alıp, dünyanın öbür ucuna taşınmak, kolay bir karar değil elbette. “Memleket kaçmıyor ya... İstediğimiz zaman döneriz” diye düşünmesem, belki de beceremezdim. Dünyanın en güzel şehri olan İstanbul’umu ve ülkemi bir gemi gibi, içimdeki sessiz sakin bir limana demirledim. Yedi yıldır göç ettiğim ülkenin dalgalı denizlerinde zorlandığımda, hep o limana sığındım. Ta ki geçtiğimiz haftaya kadar.
Türkiye’nin son 22 yılına tanık olan herkes gibi, benim de memlekette gerçekleşen rezaletlere, ihmallere, skandallara bağışıklığım yüksek. Kolay kolay hiçbir şeye şaşırmıyorum, şok olmuyorum artık. Ama bu “yenidoğan çetesi skandalı” şeytana pabucunu ters giydirecek cinsten ve olayın insanı şok eden birden fazla boyutu var.
Düşünün ki yenidoğan bebeği hasta, çaresiz bir anne baba 112’yi arıyor. 112’ye cevap veren çete üyesi bebekleri örgüt adına kârlı görünen hastanelere yönlendiriyor. SGK’dan alınacak para için bu bebeklerden bazısı gereksiz yere yoğun bakıma yatırılıyor, durumu ağır olan bazıları gerektiğinden fazla yoğun bakımda tutularak eziyet ediliyor, ailelerine gereksiz umut veriliyor. Yaşayacak olan da tedavi edilmeden öldürülüyor. Yeryüzündeki en günahsız, en masum varlıklar olan bebeklerden ve onları öldüren doktorlardan, hemşirelerden, ambulans çalışanlarından, 112 acil servisçilerinden biraraya gelen bir çeteden bahsediyoruz. Çete lideri ile hemşirenin bebekleri nasıl öldürdüklerine dair içinde “Hahaha” geçen, “Ölmediyse ilacı boşa mı kullandık o zaman” gibi ilaç israfını dert eden yazışmalarını okuduğumda nutkum tutuluyor.
Bebek acil hastalarını anlaşmalı hastanelere sevk ederek haksız kazanç sağlayan ve 12 bebeğin hayatını kaybetmesine neden olan "yenidoğan çetesi"ne ilişkin soruşturmada 22 kişi gözaltına alındı
Rezaletlere bağışıklık direncim bu olayla çöküyor.
İşin bir de çete elemanlarının hastanedeki ilaçları usülsüz bir şekilde satarak maddi kazanç elde etmesi kısmı var. Mesela bir aileye diyor ki “Çocuğunun kurtulması için şu ilaca ihtiyacı var, SGK karşılamıyor. İlaç 100 bin TL.” Parasını hem SGK’dan alıyor hem aileden alıyor. Bebeğin öyle bir ilaca ihtiyaç duyup duymadığı da şüpheli. Bir anne çocuğunu kurtarmak için gerekirse kendini satar! Nasıl şerefsiz, ahlaksız yaratıklarsa bunlar, insanları en zayıf noktaları olan yavrularının sağlığıyla sınıyor, dolandırıyor, yetmiyor üstüne onları öldürüyorlar.
Kurbanlar bebek, failler sağlık çalışanları... Olmuyor, cümle içinde bile olmuyor. İnsanlık, vicdan bitmiş, çürümüş, yerle bir olmuş. Şeytan bile utanır be! Ya da dünyaya uğrasa o da sarayını Türkiye’ye dikmeye karar verir! Ahlaki çöküşün boyutu büyük ve herkes eli kolu bağlı seyirci gibi izliyor durumu. Bir bebeğin bu şekilde ölmüş olması bile insanı zıvanadan çıkarır. 12 bebekten bahsediyoruz ve maalesef 12 bebek ölümünün buzul parçasının sadece görünen kısmı olduğunu, kaybın çok daha büyük olabileceğini, önümüzdeki tabloya bakarak anlıyoruz. Üstelik sağlık alanındaki bu skandalın yenidoğanlarla sınırlı kalmayacağını da biliyoruz.
Bundan 20 yıl önce Vatan Gazetesi’ndeki Ayşe’nin İkizleri köşemde, metruk apartmanların altında mantar gibi türeyen, sahiplerinin kim olduğunu bilmediğimiz tüp bebek merkezleri hakkında yazmıştım. Yenidoğan bebekleri öldüren zihniyetlerin bu merkezlerde, çocuğu kesinlikle olmayacak insanlara para için defalarca tüp bebek tedavisi uygulamadıkları, normal yoldan çocuk sahibi olabilecek insanlara da para için tüp bebek uygulaması önermedikleri ne malum. Sağlık satılmış bir kere! Artık her şeye şüphe ile bakacağız. Skandallara bağışıklık direncim, bebek katilleri çetesiyle çöküyor. İçimdeki limana demir attığım, doğduğum, büyüdüğüm ülke bu hale gelmiş olamaz. Artık “Memleket kaçmıyor ya, istediğim zaman dönerim” diyemiyorum. Memleket kaçmıyor elbette ama devlet devlet olma vasfını kaybetmiş ve ülke koca bir tımarhaneye dönmüş durumda.
Herkesin her şeyin farkında olduğu ama üç maymunu oynadığı bir düzen
Nasıl işleyebiliyorlar peki bu organize suçları? Aslında nedeni, nasılı yedi yıl önce göç etme sebebimden farklı değil. Bir ülkede eğitim, sağlık, adalet gibi kavramların içi tamamen boşaltılırsa, tek adam rejiminin altında, devlet kurumlarının başına o kişiye yakın tek adamcıklardan oluşan, körlerin sağırların birbirini ağırladığı bir sistem kurulursa, yapabiliyorlar da ondan. Ortam her türlü ahlaksızlığa müsait. Kim, kimi, kime şikâyet edecek, kim hangi soysuzluğu takip edecek? Kapatılan 10 hastane de hükümete yakın, isimleri bile siyasi islam kokan hastaneler. Hastanelerden birinin sahibinin de eski Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu olduğunu duymuşsunuzdur. Soruşturmayı yürüten cumhuriyet savcısının makam odasında tehdit edildiği videoyu da izlemişsinizdir. Tehdit eden kişinin, siyaset sahnesinin büyük başlarıyla fotoğraflarını görmüşsünüzdür. Herkesin her şeyin farkında olduğu ama üç maymunu oynadığı pis bir çarkın içinde masumiyetimizi öldürdüler. İbretlik, tarihe geçecek olaylar...
Kadın, çocuk, köpek, bebek cinayetleri siyasidir
Başka bir ülkede olsa bu olay değil sadece Sağlık Bakanı istifasını, hükümetin istifasını gerektirirdi. Bırakın istifayı Sağlık Bakanı Memişoğlu, "Şimdi çok net söylüyorum, bir tane CİMER başvurusuyla bir çeteyi çökerttik" diyerek, kendini ve kurumunu övebiliyor. Özenle cahilleştirilen toplumun bir kesimi ise bu algı yönetimi oltasına takılıp Sağlık Bakanlığı’nı alkışlayabiliyor. Henüz akli yetilerini koruyan halkın geri kalanı ise artık nefes alamıyor, boğuluyor bu kötülük havuzunun içinde.
Memleketin çivisi çıktı, insanının şirazesi kaydı. Gözümün önünde bir yığın... Deprem kurbanları, molozlar, üstünde eski kocaları, sevgilileri ya da hiç tanımadıkları bir sapık tarafından vahşice katledilen kadınlar, onların üstünde aile içinde, okulda veya komşuları tarafından, tecavüze uğramış, cesetleri dereye, göle atılmış çocuklar, onların üstünde siyah plastik çöp torbalarından çıkan ölü köpekler, onların üstünde de masum, melek bebekler... Tüm bunların üstüne çıkarak duran tek adamın ve onun altındaki tek adamcıklarının eseridir bu tablo. Kadın, çocuk, köpek, bebek cinayetleri siyasidir.
Gençler ardına bakmadan memleketi terk ediyor
Benim de çocuklarımla birlikte göç ettiğim 2017 yılında Türkiye'den göç eden kişi sayısı 253 bin 640’ken, 2023 yılına geldiğimizde bu sayı bir önceki yıla göre yüzde 53 artarak 714 bin 579’a ulaşmış. Göç edenlerin yüzde 12,7’si 20-24, yüzde 10,8’i 25-29 ve yüzde 10,3’ü ise 15-19 yaş grubunda. Memleketin gençleri ardına bakmadan memleketi terk ediyor, başka ülkelerin eğitim sisteminden yararlanıyor, geleceğini başka ülkelerde kuruyor, çocuklarını başka ülkelerde dünyaya getiriyor. Bir ülkeyi gençleri tek ediyorsa, artık geçmiş olsun. Bırakın gençlerin hayat pahalılığıyla, ev kiralarıyla, işsizlikle mücadele etmesini, can güvenlikleri yok artık Türkiye’de. Onları kim suçlayabilir, kim “gitme” diyebilir ki?
Acımız büyük
Göç ettiğim zaman memleketimi kaybetmiş gibi hissetmedim de özellikle 6 Şubat Depremleri’nden sonra yaşadığım yas hissi, geçtiğimiz haftaya damgasına vuran “bebek katilleri çetesi” ile zirveye çıktı. Acımız büyük. Kadınlarımızı, bebeklerimizi, çocuklarımızı, köpeklerimizi, memleketimizi kaybettik. İçimdeki sessiz limana sığınamıyorum, güvenemiyorum artık. Kendimi köksüz hissediyorum. Dudağımdan orta okul yıllarında öğrendiğim Yahya Kemal Beyatlı’nın Sessiz Gemi şiirinin mısraları dökülüyor. “Artık demir almak günü gelmişse zamandan, Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan, Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol, Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol.”
Ayşe Acar kimdir?Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı. Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu. Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü. Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı. Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı "Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı. 2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu. Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor. |