Florebo quocumque ferar.
Taşındığım her yerde çiçek açacağım.
-Latince bir deyim
Geçen hafta sosyal medyada karşılaştığım bir tabloda, kendimi gördüm. Sanki sanatçısı beni tanıyormuş da çizmiş gibi... Evimi, şehrimi, kültürümü üstüme bir elbise gibi giymiş, buralara uçmuşum. Başka evlerden, şehirden, kültürden yeni bir elbise giymek üzere... Kafam dik, kolumla bilmediğim, belirsizliklerle dolu uzakları işaret ediyor, yoluma umutla bakıyorum.
Sisifos'un yükü, 2024
Sanatın en güzel yanı, bir iş hangi amaçla üretilirse üretilsin, görücüye çıktıktan sonra artık onu gören kişinin hikayesi olur. Beni tanımadan, benim ve milyonlarca göçmenin hikayesini çizebilen sanatçının hikayesini de ben merak ettim ve kendisiyle temasa geçtim. Desen Halıçınarlı, İzmir’li ama hayatının yarısından fazlasını İstanbul’da geçirmiş, Mimar Sinan Üniversitesi Resim bölümü mezunu bir kentli. Kendisini tanımama vesile olan iş, 1 Nisan 2025 tarihine kadar Quick Art Space’te yer alacak olan, küratörlüğünü Nergis Abıyeva’nın yaptığı, Palas Pandıras Sergisi’nden...
Desen, şehrin ve şehri oluşturan yapıların canlı bir organizma gibi durmadan değişip dönüştüğünü, yıkımın ve boşluğun da bir hafızası olduğunu, bazen bizim şehirden, bazen de şehrin bizden koptuğunu, amacının bu kopuşları görünür kılmak, şehrin hafızasını kayda almak olduğunu söylüyor. Platon’a göre “Kozmik Uyum”u simgeleyen, beşgen simetrisinin ve dünyada doğal olarak oluşan altın oranın üç boyutlu bir temsili olan Dodakahedron’un, Desen’e göre yuva biçimi ile ilişkisi büyük. “Bizim kentleşmemizde üçgen çatıların artık çok yeri yok ama form olarak bu çocuksu hafızadan da beslenmeye devam ediyorum. Dodakahedron’un sürekli tekrarı da içinde sonsuz olasılık barındırıyor. Göç edenler için de hayat sürekli, yeniden şekillenen bir denge. İçine saklanabilir, içine sığamaz ya da onu taşımak zorunda kalabilirsiniz.” diyen Halıçınarlı ile resimleri üzerinden gerçekleştirdiğimiz yuva, şehir, göç sohbetimize hoş geldiniz.
Desen Halıçınarlı
"Kimi zaman bir şehri terk etmek zorunda kalırsınız, kimi zaman şehir sizi terk eder"
- Şehir ve ev temaları üzerinde çalışmaya ne zaman ve nasıl karar verdin?
Öğrenciliğimden beri çatı katlarında oturdum ve kente hep yukarıdan baktım. Çatılar, gökyüzü ve pencereler- içerisi/dışarısı zıtlığı hep benim konularım oldu. Bu sorunun tek bir başlangıç noktası yok, çünkü mesele benim için sürekli katmanlanan ve zihnimde genişleyen bir hikâye. Özellikle de pandemiden sonra. Göç, yer değiştirme ve kentsel dönüşüm, çocukluğumdan beri tanık olduğum, bazen bizzat deneyimlediğim şeyler. Kimi zaman bir şehri terk etmek zorunda kalırsınız, kimi zaman şehir sizi terk eder, ya da birileri gitmeniz için sizin adınıza karar verir ki bu da sanırım benim gibiler için en yaralayıcı kısım.
Üretimlerim bu tür kopuşları görünür kılma çabası. Kaybolan şeyler tamamen silinmez; başka bir formda, başka bir bağlamda tekrar ortaya çıkarlar. Ben de bu kırılma noktalarına odaklanıyorum.
Havada asılı Ruh, Pneuma Serisi
- Serginin adı, neden Palas Pandıras?
Palas Pandıras deyimi yıllardır atölye panomda asılıydı ve serginin başlığı oldu. Apar topar, ani ve beklenmedik değişimleri anlatan bir deneyimden geliyor. Bugün yaşadığımız sokak, bir gün içinde bile değişebiliyor; yıkılan binalar, yerinden edilen insanlar, gidenler, yok olan hafızalar...
Zihnimdeki soruların çoğu, bir yerle kurduğumuz bağların aceleciliği, mecburiyeti ve geçiciliğiyle ilgili. Bir mekânı yuva yapan nedir? Kaybolan binalar, sokaklar, şehirler nasıl hatırlanır?
Yuva, benim için hep yeniden kurulan, kaybolup tekrar bulunan bir şey.
- Sana göre “Ev, Yuva” neresidir?
Bazen bir harita üzerinde bir nokta, bazen ise sadece bedenin taşıdığı bir his. Yuva, fiziksel bir mekândan çok, bir aidiyet duygusu bence. Bir yeri yuva yapan şey, orada sadece kök salmak değil, ki ben öyle olduğunu sanıyordum; onun içinde kendin olma özgürlüğü de aynı zamanda. Kendim için bir yuva tanımım var ama şu an duygu olarak bir yuvam yok. Şimdilik ona ulaşmayı diliyorum. Tabi yuva her zaman güvenli bir sığınak olmayabilir. Bazen kaçmak istediğimiz bir yer de olabilir. İşte tam da bu çelişkiler içinde, yuva benim için hep yeniden kurulan, hep kaybolup tekrar bulunan bir şey. Bir duvarın dokusu, bir ses, bir koku… Mekânla kurduğumuz ilişkiler değişse de, yuva duygusu içimizde taşınan bir şey. O yüzden benim için yuva, tamamlanmış bir yer değil, sürekli inşa edilen bir şey.
- Yuvam Nerede? serisinden ben bir göçmen olarak çok etkilendim. Biraz bu seriyi bize tanıtır mısın?
Yuvam Nerede? serisi, köksüzlük hissiyle başlıyor. Bir yere ait olamama, bir yerde kalamama, sürekli taşınma hâli… Ama aynı zamanda, hareketin de bir tür aidiyet yaratabileceği fikri var içinde. Şehirlerin yıkılan, değişen, unutulan parçalarını bir araya getirerek yeni bir hafıza haritası oluşturuyorum. Bir yerden kopmak, her zaman bir kayıp değil tabi; bazen başka bir yere bağlanmanın da başlangıcı. Çalışmalarımda bu “arada kalmış” hâli vurguluyorum. Havada olma durumu da bu yüzden belki. Çünkü göç sadece fiziki bir hareket değil, aynı zamanda zihinsel bir süreçtir.
Bu seri, kaybolmuş, yarım kalmış, ya hiç ya yanlış tamamlanmış mekânların izlerini topluyor. Duvarlarda kalan izler, silinmiş haritalar, yerini bilmediğimiz ama yokluğunu hissettiğimiz yapılar…
Şehir Canavarı, 2024
Göç edenler için hayat sürekli yenilenen bir denge
- Dodekahedron bağlantısını biraz açar mısın?
Dodekahedron, yani on iki yüzlü form, mükemmel simetride kadim bir geometri. Benim içinse yuva biçimiyle derin bir ilişkisi var. Kime bir ev çiz deseniz önce çatısı olan bir beşgenden başlar. Bizim kentleşmemizde üçgen çatıların artık çok yeri yok ama form olarak bu çocuksu hafızadan da beslenmeye devam ediyorum. Sürekli tekrarı da içinde sonsuz olasılık barındırıyor. Göç edenler için de hayat sürekli, yeniden şekillenen bir denge. İçine saklanabilir, içine sığamaz ya da onu taşımak zorunda kalırsınız. Dodekahedronun yüzeylerindeki bina silüetleri ve badana izleri, terk edilmiş evlerin duvarlarında kalan hafızayı çağrıştırıyor. Orada bir zamanlar var olan ama artık görünmez olan bir şeyi… Belki de bir iz, bir gölge, bir boşluk. Ama en çok da, hatırlamanın kendisini.
- Tarihi bir binanın içinde bir leylek resmi var, sergide. Neresi orası?
Terra Santa Manastırı. İtalyan Konsolosluğu’ndan, İstiklal Caddesi’ne çıkan dar, karanlık sokaklardan birinde yer alıyor. Beyoğlu’nda yaşarken, hep yolumun üzerindeydi. 8-9 yıl evvel içini bir bekçiyle gezmiştim. İçi ormana dönüşmüştü sanki, hayretler içinde kalmıştım. Sonra bir kadın olarak devamını gezmeye korktum. “Bana bir şey olsa, kimse beni burada bulamaz” dedim. Burası şimdi belediyeye geçti ve çay bahçesi haline gelerek halka açıldı. Kamusal alanları seviyorum ve destekliyorum ama soru işaretleriyle dolu memleketteyiz malum. Hem bu resmimde, hem de "Taksim tarlasında Gezi” ve “6.daire, Beyoğlu Belediyesi” işlerimde biraz da iktidar sınırlarına, rant ve mekanın belleğine "sessizce" ya da cılız bir sesle selam yolluyorum. Terra Santa Manastırı’nın aynı zamanda bir ibadethane olduğu hissiyatı artık yok. Bu resimdeki nişin içinde, leyleğin olduğu yerde, muhtemelen bir Meryem Ana heykeli vardı. Leylek bu duruma absürd bir gönderme.
Altın Leylek, Terra Santa 2024
"Leylekler sadece göç etmezler, geri de dönerler"
- Leylekler aynı zamanda göçü simgeler. Hiç bu eserleri yaparken “göç” temasını da düşündün mü?
Aslında göç, bu eserlerin doğrudan anlattığı bir şey değil. Ama dolaşım, yer değiştirme, mekânın dönüşümü benim pratiğimin merkezinde. Kuşlar benim çalışmalarımda hep oldular. İki dünya arasında görüyorum onları ve kentte yaşamayı öğrenmiş hayvanlar. Kargalar, sığırcıklar, horoz ve leylekler…
Leylekler, sadece göç ettikleri için değil, geri döndükleri için de önemli. Çünkü leyleklerin yuva kurma pratiği kalıcılığa bir arzu taşısa da sürekli hareket halinde olmaları, bu kalıcılığın geçici olduğunu hatırlatıyor bize. Bu da felsefi bir gerilim yaratıyor aslında. Çoğu yuvayı elektrik direklerine, bina çatılarına veya insan yapımı yerlere yapıyorlar. Bu anlamda da leylek kent ve doğa arasındaki sınırları bulanıklaştırıyor. Göç rotaları sabit ama güzergahları çevresel/ kentsel değişimler yaşayabiliyor. Kimliğimizi yeniden tanımlama ile de ilişkili buluyorum. Yani göç sadece uzaklaşmak değil, bazen bir geri dönüş de olabilir.
- Geri döndüğümüz şehir de aynı kalmıyor, değil mİ?
Kesinlikle. Şehirler, yaşayan organizmalar gibi sürekli değişiyor ve belleklerini yeniden yaratıyor. Ama bu bellek, beton gibi sert değil, akışkan da bir şey. Bir yapı yıkıldığında, onun boşluğu da yeni bir hikâye doğuruyor. Benimki biraz da bu boşlukları kaydetme ve dönüştürme üzerine gidiyor. Yıkımın içinde de bir hafıza var. Hafızayı korumak, bazen bir şeyi olduğu gibi saklamak değil, onun başka bir formda var olmaya devam etmesini sağlamak olabilir. Özetle işlerimde bu döngüleri önemsiyorum. Yer değiştirirken sadece bir yerden gitmiyoruz, aynı zamanda bir yere varıyoruz. Ama senin de dediğin gibi vardığımız yer, ayrıldığımız yerle aynı olmayabiliyor. Latince bir deyim kaydetmiştim telefonumda durur hep, bununla ve umutla bitireyim: “Florebo quocumque ferar.” “Taşındığım her yerde çiçek açacağım.”
Sisifos'un yükü
Ayşe Acar kimdir?Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı. Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu. Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü. Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı. Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı "Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı. 2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu. Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor. |