Koyup zarfın içine, üstünü acıyla pulladım
Sana bir sevinçlik menevişli kuş yolladım
Son kuşlarımdı bunlar, dedim telef olmasın
Metin Altıok
14 Mayıs seçimlerinde yaklaşık 6,5 milyon genç ilk kez oy kullanacak. Çocuklarım Defne ve Ege de ilk oylarını geçtiğimiz hafta Vancouver Türk Konsolosluğu'nda kullandı. Onlar sandık başındayken elbette duygusal anlar yaşadım. Aklıma NYU'da davranışbilim ve istatistik dersleri profesörü, araştırmacı, yazar, akademisyen Prof. Dr. Selçuk Şirin'le geçtiğimiz yıl Oksijen Gazetesi için yaptığım röportajda söylediği çok önemli bir laf geldi. "İyi ebeveynlik bilinçli seçmen olmakla, çocuğunun geleceğiyle ilgili kararları sandıkta vermekle başlar. Siyasete karışmıyorsan, siyaset senin çocuğunun geleceğine karışır."
Çocuklarım ilk oylarını sandığa atarken onlara iyi ebeveynlik yapıp yapamadığımı düşünüyorum. Tarihin en kanlı darbelerinden biri olan 12 Eylül 1980 darbesini yaşamış anne ve babalarımız tarafından apolitik yetiştirilmiş olan bizler, yani bugünün ebeveynleri ne kadar siyasete dahil olabildik bilmiyorum. Ancak çocuklarımın büyürken karşılarında, haksızlığa, adaletsizliğe, ayrımcılığa, kutuplaştırılmaya, ranta, gaspa karşı sessiz kalmayan, yurdumuzun güzel insanlarını Sünni, Alevi, Kürt, Ermeni, Rum, Süryani, o ya da bu diye ayırmayan, doğaya, hayvanlara, fikir özgürlüğüne saygılı, kadın ve LGBTQ bireylerin haklarını savunan bir anne ve baba gördüklerini biliyorum. Siyasi görüşleri bu eksende şekillendi. Altı yıldır Kanada'da yaşasalar da, ülkelerinin politik ortamına karşı ilgi ve meraklarını kaybetmediler. Son on yılda kendileri gibi milyonlarca gencin neden ailelerinden ayrılıp, ülkelerini terk edip, başka ülkelerde daha iyi eğitim olanakları aradıklarını unutmadılar. Yeri geldi, ödevlerinde, projelerinde "Türkiye'de Basın Özgürlüğü", "Gezi Parkı Eylemleri" gibi konuları işlediler. Çocuklarımın ve 6,5 milyon gencimizin kullandıkları bu ilk oy, güzel ülkemize barış, adalet, umut getirsin.
Son kuşlarımızın telef olmayacağı bir ülke elimizde
Oyumuzu verip evimize döndükten sonra Instagram'ımı açıyorum ve karşıma Prof Dr. Selçuk Şirin'in oy verirken resmini paylaştığı postu çıkıyor. Selçuk Hoca'mız fotoğrafını, Metin Altıok'un çok sevdiğim Kuşlu Gazel şiirinin "Koyup zarfın içine, üstünü acıyla pulladım, Sana bir sevinçlik menevişli kuş yolladım, Son kuşlarımdı bunlar, dedim telef olmasın" mısralarıyla paylaşmış, "Son kuşlarımızın telef olmayacağı bir ülke bizim elimizde" demiş ve de büyük oğlunun da ilk oyunu kullandığını belirtmiş.
Birkaç saat içinde ismini iki kez anınca, kendisine ulaşıyor, geçtiğimiz aylarda çıkan "Ya Adalet, Ya Sefalet" kitabını niye yazdığını, bu seçim öncesinde görüşlerini soruyorum. Önceki röportajımızda gençlerle ilgili söylediği çok önemli sözleri de sizlerle paylaşıyorum. Söz Selçuk Hoca'mızda...
"Eğitim değil, adalet şart"
- Ya Adalet, Ya Sefalet kitabını niye yazdınız?
Geçtiğimiz aylarda çıkan ve şu ana kadar 12 baskı yapan kitabımın adını "Eğitim Şart" lafını da protesto etmek amacıyla "Ya Adalet, Ya Sefalet" koydum. Bu kitapta, Türkiye'nin temel ve kökleşmiş sorunlarını 7 başlık altında topladım; İstihdam, barınma, sağlık, eğitim, çevre, toplumsal güven ve mutluluk. Bu alanlardan her birinde önce sorunu tarif ettim, sonra verilerle bir karne çıkarttım ardından da bu konuda hem tarihten hem dünyadan iyi örneklerle 7 reçete hazırladım. Şimdiye kadar yazdığım en yorucu ve en kapsamlı çalışma bu oldu. 7 kitabı tek bir kapak içine sığdırmayı başardık.
- "Eğitim şart" sözünü neden sevmiyorsunuz?
Millet çöpünü sokağa atıyor hemen çözüm önerisi geliyor: Eğitim Şart! Kadına şiddet: Eğitim Şart! Sonra bakıyorsunuz bunları müfredata koyuyorlar. Peki konu çözülüyor mu? Hayır. İnsanların bilinç düzeyini artırarak davranışlarını değiştiremiyoruz. Bunu söyleyen kişi Nobel ödüllü Daniel Kahneman. Millet bilinçsiz olduğu için çöpü yere atmıyor. Ya çöp kutusu yok, ya da toplumsal müeyyide yok. Kahneman diyor ki: "Herhangi bir davranışın sonucu ödüllendiriliyorsa, o davranış artıyor, cezalandırılıyorsa azalıyor." Çocuklarımıza çok iyi eğitim verebiliriz, ancak gerçek müfredat hayattır. Yani eğitim okuldan çıkınca da devam ediyor. Çocuk okulda çöp atmanın kötü bir davranış olduğunu öğreniyor ama okuldan çıkınca sevdiği, saydığı insanların yere çöp atttığın görünce bir süre sonra okulu da sorgulamaya başlıyor. Kadına şiddetin kötü bir davranış olduğunu okulda öğrenen çocuk akşam televizyonda, haberlerde ya da evde tersini görünce okulun gerçeklerden kopmuş bir ortam olduğunu da öğreniyor. Hatta çocuk böyle zehirli bir ortamda uzun süre yaşayınca bu sefer okulda öğrendiklerinden dolayı toplum içinde ayrık otu olarak bile kalabiliyor. Zaten o zaman da ya içine çekiliyor ya da o ortamı terkediyor. Özetle sadece eğitimle bu iş olmaz.
"Adalet soyut değil, somut bir kavram; Fransız Devrimi'nin kentli sofralarındaki gibi tartışılmasından sıkıldım"
- Nasıl olur?
Adaletle. Toplumsal sözleşmeyi değiştirmeniz gerek. İnsanların kabileden çıkıp toplumsallaşması zaten bu temel eşikle mümkün oluyor. Siz bir yerden geliyorsunuz ben başka bir yerden, ikimizin oturup birlikte yaşaması, iş tutması, yol yürümesi için ikimizin de içine sinen bir takım kurallar olması lazım. Biz buna toplumsal sözleşme diyoruz. Medeniyet böyle ortaya çıkyor. Aslına bakarsanız ilk köyler, kasabalar, toplum olmanın, birlikte yaşamanın getirdiği ilk kurallar bizim topraklarımızda ortaya çıkıyor. Bütün bu oluşumların temelinde bir adalet arayışı var. Şimdi 21. Yüzyılın karmaşık dünyasında bunca farklı kültür bir arada huzur ve refah içinde yaşamak istiyorsak oturup yeniden bir sözleşme imzalamamız gerekiyor.
- 14 Mayıs seçimine günler kaldı. Adalet bugünden yarına gelir mi?
O kadar kolay gelir ki. 14 Mayıs sabahı kalkarız ve deriz ki “Arkadaş biz bu ülkede artık şu şu şu davranışları hoş görmeyeceğiz. Şu şu şu davranışları da ödüllendireceğiz. Mesela çok çalışanı ödüllendirip\ kadınlara şiddet uygulayanı cezalandıracağız. Artık sınavlar ve işe alımlar adil olacak. Artık kadına şiddet uygulayan herkes ceza alacak.” Bakın ertesi gün her şey nasıl yerli yerine oturuyor. Zor değil. Sonuçta yaşadığımız hayatı biz irademizle tasarlıyoruz. Bu sistemi biz kurduk. Siyasileri biz seçiyoruz, sandığa biz gidiyoruz. Adaleti de biz getireceğiz. Adalet derken de bir ayrım yapmam gerek.
Ben artık Türkiye’de adaletin soyut bir kavram olarak idealize edilmesinden, adeta Fransız Devrimi sırasında kentli sofralardaki gibi konuşulmasından çok sıkıldım. Ben adalet deyince çok somut bir kavramdan söz ediyorum.
"Genç bir insan ağzıyla kuş tutsa da, şu partide bir tanıdığı, şu tarikatta bir yakını, şu iş yerinde bir torpili yoksa sonuca ulaşamıyor"
- Gençler de adalet olmadığı için ülkeden ümidini kesiyor değil mi?
Bir örnekle izah edeyim. Ben gençlere diyorum ki, "Size NYU'da burs vereceğim. Bedeli 250 bin dolar. Kim ister?" Herkes elini kaldırır. Sonra diyorum ki "Bu bursu erkeklere vereceğim". Yüzde 50 elini kaldırır. Sonra diyorum ki "Sadece Karslı olan erkeklere vereceğim." Üç dört kişi elini kaldırır. Kars yerine siyasi parti ismini koyarsanız, Türkiye'deki durumu açıklamış oluruz. Gençlerin bir işe girişebilmesi için önce sisteme güvenlerini temin etmek gerekiyor. Adil olmayan bir sistemde gençlerin ümitli olması tabii ki beklenemez. Çocuklar her şeyin farkında. Görüyorlar olup biteni. Öyle olduğu için de bu sistemde bana ekmek yok diyerek başka diyarlara göç ediyorlar. Türkiye OECD ülkeleri içinde üretkenliği en az olan ülkelerden biri. Eğitim sistemimiz birçok ülkeye göre iyi. O halde burada bir açmaz var. Bu kadar okumuş insan neden üretimin dışında. Bunun pek çok nedeninden biri sistemin bozuk olması. Şu an Türkiye’de genç bir insan ağzıyla kuş tutsa da, şu partide bir tanıdığı, şu tarikatta bir yakını, şu iş yerinde bir torpili yoksa sonuca ulaşamıyor. İşte o noktada sadece o genç kaybetmiyor, Türkiye kaybediyor.
"'Türkiye nereye gidiyor?' diye soracak olursanız, gençlere bakın; iyi bir yere gidiyor olsaydık gençler başka yere gitmezdi"
- Ve çareyi gitmekte buluyorlar.
17-18 yaşında gençlerin önünde kocaman bir hayat var ve gündemi en yakından onlar takip ediyorlar. Gençlerin yüzde 60'ı, 70'i "Artık bu ülkede bana yer yok" diyor. İktidardaki partilere mensup gençler de bunu söylüyor. Ben Türkiye'den ayrıldığımda, her zaman bir gün döneceğimi ve Türkiye için çalışacağımı bilerek ayrıldım. Şimdiki gençler gidiyorlar ve bir daha da dönmek istemiyorlar. Hangi siyasi kesimden olurlarsa olsunlar, ülkeden umutlarını kesmiş durumdalar. "Türkiye nereye gidiyor?" diye soracak olursanız, gençlere bakın. İyi bir yere gidiyor olsaydık gençler başka yere gitmezdi.
"Ülkedeki genel özgürlük ve adalet ortamına siyaset üzerinden müdahil olmadan sağlıklı ve mutlu bir çocuk yetiştiremezsiniz"
- Köy Enstitüleri, iyi devlet okulları, öğretmen okulları, Anadolu liseleri, fen liseleri aslında "eğitim"den çok "adalet"ti değil mi?
Eğitimde yaşadığımız bütün sorunları Türkiye geçmişte çözmüştü. Bunların hepsi dünyaya örnek olacak modellerdi. Yeni modeller yaratmaya ihtiyacımız var. Yapmıyoruz. OECD verilerine göre Türkiye çocuklarını yetiştiremiyor, 21’inci yüzyıla hazırlayamıyor. Türkiye’de 20 milyon öğrenci var. Aileleriyle birlikte ülkenin yarıdan çoğu eğitimin bilfiil içinde. O gruba sesleniyorum. Çocuğu olanlara, çocuk bekleyenlere, ve geleceği dert edenlere sesleniyorum. Bizde eğitim göbekten siyasete bağlı. O nedenle iyi ebeveynlik bilinçli yurttaş olmayı gerektirir. Dünyanın her yerinde çocuk sahibi ebeveynler siyasette belirleyici rol oynar. Amerika’da bu gruba ‘soccer mom’ yani çocuğu futbol oynayan anneler grubu deniyor. Bu siyaset bilimine girmiş bir terim. Bir seçmen profiline tekabül ediyor. Bizde maalesef böyle oyunu çocuğun geleceği için değiştirme kabiliyetine sahip bir seçmen kitlesi yok. Oysa bir ebeveynin çocuğunun üzerindeki en önemli etkisi onun sandıkta kullandığı oydur. Siyasete karışmıyorsan, siyaset senin çocuğunun geleceğine karışır. Sadece kendi çocuğunu kurtarmak, çocuğunun geleceğini kurtarmıyor. Kolektif bir şey bu. Tekrar söylüyorum: Ülkedeki genel özgürlük ve adalet ortamına siyaset üzerinden müdahil olmadan sağlıklı ve mutlu bir çocuk yetiştiremezsiniz.
"Türkiye son 10 yıldır mutsuz bir ülke"
- Kitabınızda Türkiye'nin mutsuz bir ülke olduğundan da bahsediyorsunuz.
Mutluluk bir refah göstergesi ve kitabımda Türkiye'nin son 10 yıldır sürekli daha mutsuz olduğunu verilerle ortaya koyuyorum. İnsanların huzurunun kaçması bütün diğer göstergelerin bir sonucu. Artık ayrıca kendi başına da bir gösterge. Mutsuzluk sadece gençlerin değil, her yaştan her kesimden insanın üretkenliğini düşürüyor.
- Sizce bu seçim öncesi siyasi partiler gençlerin ihtiyaçlarına odaklanabildi mi, onlara hitap edebildi mi? Seçimin kaderini değiştirebilecek kadar önemli bir sayıda genç ilk oyunu kullanıyor bu yıl.
Başta Altılı Masa özellikle de, CHP-Deva ve İyi Parti son dönemlerin en detaylı programlarıyla bu seçime giriyor. Ortada gerçekten iyi tasarlanmış bir program var. Sıkıntı şu ki programa bakıp akılcı tercihte bulunan seçmen sayısı çok az. Bu evrensel bir durum. İnsan duygusal bir varlık. Öyle olduğu için aklımızı her zaman kullanamıyoruz.
"Sandıktan ya adalet çıkacak ya da sefalette yeni dipler keşfetmeye devam edeceğiz"
- Sizin bu seçim öncesi duygularınız ne? Oğlunuz da ilk oyunu kullanmış.
Evet oğlumla sandığa gittik. Oy vermek için o aradı beni. Açıkçası bu beni şaşırttı. Oğlum dünyanın en iyi plan yapan kişisi değil ama bu sefer günler öncesinden plan yaptı. Tam saatinde ofisime geldi. Yürüyerek konsolosluğa gittik. Bana yolda oy vermekle ilgili süreci sordu. Çok heyecanlıydı. Kuralları sordu. Zarfı özenle kapattı. Sonra görevliye sordu "Yapıştırayım mı?" diye. Umuyorum ki böyle tek tek her bir seçmenin özenle sandığa saklayıp, memlekete gönderdiği irade sonuca olduğu gibi yansır ve sonuç ülkemize huzur ve adalet getirir. Türkiye çok yoruldu. Çok gerildi. Herkes derin bir nefes almayı hak ediyor.
- Sizce sandıktan ne çıkacak: Adalet mi, sefalet mi?
Ya adalet çıkacak ya da sefalette yeni dipler keşfetmeye devam edeceğiz.
Ayşe Acar kimdir?Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı. Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu. Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü. Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı. Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı "Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı. 2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu. Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor. |