Kendimizi anlamak bir hafta sonu semineri değildir. Hayat boyu süren bir iştir.
Unutmayın ki siz kırılmış ve yapıştırılmayı bekleyen bir obje değilsiniz. Sadece
birleştirilmeyi bekleyen kompleks bir yapbozsunuz.
Vironika Tugaleva, The Art of Talking to Yourself
Günümüzün koşarak ve kaçarak geçen, aynı anda elli işi birden yapmaya programlandığımız zorlu dünyasında akıl sağlığımızı korumak için herkes kendi yolunu yöntemini bulmalı. Benim şimdilik üç yolum var. Birincisi kendimle sohbet etmek, ikincisi hiçbir şey yapmadan durmak, üçüncüsü de yürümek...
Sevdiğiniz bir arkadaşınızın, bir derdi olduğunu düşünün. Onu anlamak için elinizden geleni yaparsınız değil mi? Karşınıza oturtur, size açılmasını istersiniz. Konu her neyse, yargılamadan, ayıplamadan dinler, onu anlamaya, ona destek olmaya, ilham vermeye, yaralarını sarmaya çalışırsınız. Yardım edemiyorsanız yardım edecek birini bulursunuz. Derdini anlatmazsa bir dahaki buluşmayı rakı masasında yapmayı teklif eder, dilinin çözülmesini beklersiniz. Ona ulaşmak için elinizden gelen her yolu denersiniz. Çünkü gerçek dostluk sevdiğiniz kişi için orada olmayı gerektirir. Hepinizin hemfikir olduğuna eminim.
Lafı dolandırmadan “Peki kendiniz için ne kadar oradasınız?” diye soracağım. Kendi dertlerinizle, sorunlarınızla ne kadar yüzleşiyorsunuz? Kendinize ne kadar soru soruyor, cevapları ne kadar duyuyorsunuz? Kendinizi karşınıza oturtup, ne kadar konuşuyorsunuz?
Gözle görülmeyen nedenler
Benim kendimle konuşma sürecim Vancouver’a göç ettiğim ilk yıl başlıyor. Buraya çocuklarımın eğitimi için geldiğimi biliyordum. Ama bir insanın kaplumbağa gibi tüm hayatını üstünde taşıyarak dünyanın öbür ucuna yerleşmesi, hiç bilmediği bir kültüre alışmaya çalışması, saat farkı nedeniyle bırak sevdikleriyle görüşebilmeyi, telefonda konuşmanın bile zor olduğu bir yere gelmesi için, çocuklarının eğitiminden başka nedenleri de olmalıydı. Ben belli bir yaştan sonra, ailesini, kariyerini, işini gücünü bırakarak farklı ülkelerde yeni yaşam kurmaya çalışan herkesin elle tutulur somut nedenleriyle birlikte, elle tutulmayan, gözle görülmeyen, hatta kendilerinin bile bilmedikleri soyut nedenleri olduğuna inanıyorum. “Eğitim, iş, yeni dünyalar keşfetmek” vesaire gibi somut nedenler buzdağının üstüyse, soyut nedenler buzdağının altı. Derin, büyük bir buz parçası. Onunla tanışmak gerek.
Soru kovalıyor, ben kaçıyorum
Vancouver’daki ilk yılımda “Ben neden buraya geldim?” sorusu zihnimi sürekli kurcalıyor. Yürüyüşte, market alıverişinde, yemek yaparken zihnimde hep aynı soru. Aklıma “Çocukların eğitimi”nden başka bir cevap gelmiyor. Çünkü sorununun cevabı üzerinde düşünmüyor, bildiğim kalıplaşmış cevabı yapıştırıyorum. Soru kovalıyor, ben kaçıyorum.
Kaç kaç, nereye kadar? Bir gün alıyorum kendimi, oturtuyorum karşıma. Mumlarımı yakıyorum. Fonda sakin bir caz müziği...
“Çay, kahve, ya da bir kadeh şarap... Ne içersin?... Papatya çayı... Hazırlayıp geliyorum, hemen... Düşün bakalım, seni buraya ne getirdi?... Çocukların eğitimi... Sadece o kadar mı?... Bilmiyorum, kaçtım herhalde... Neden kaçtın?... Bilmiyorum, yorgundum sanırım, hayal kırıklıklarım çoktu... Hangi konuda?... Memleket halleri beni üzüyordu, çocuklarıma alternatif bir hayat sunmak istedim... Evet, onu söyledin... Başka?... Kendime de yeni bir hayat sunmak istedim... Nasıl bir hayat?... Yeniden başlayabileceğim... Hangi konuda yeniden başlayabileceğin?... Her konuda. Kendime yeniden başlayabileceğim. Tam bilmiyorum ama yapacak çok şeyim olduğunu hissediyorum ve bunları yapabilmem için buraya gelmem, iyisiyle kötüsüyle bu deneyimi yaşamam, görmem gerekiyordu... Yapacakların ne olabilir, bunlar üzerinde biraz düşünmek ister misin? Düşün, hatta yaz... İsterim, yazmayı özledim.”
Kendi kendine konuşan deli değil, cesurdur
Eskiden kendi kendine konuşanlara “deli” denirdi. İddia ediyorum ki, kendi kendine soru sormak ve bunları cevaplamak delilik değil, cesaret işidir. Deli cesareti, diyebiliriz bak! İnanın zorlu konuşmalardır bunlar. Çünkü kendimizi kandıramayız. Çünkü ağzımızdan çıkanları, duymak hoşumuza gitmeyebilir. Yüzleşme gerektirir. Ama gereklidir.
Sevdiklerimize gösterdiğimiz yakınlığı, dostluğu, şefkati çoğu zaman kendimize göstermiyoruz, hatta göstermemiz gerektiğini bile anlamıyoruz. Hâlbuki bizi, bizden iyi kim bilebilir? Kendimizden nasıl bu kadar uzaklaştık? Kendimizden nereye kaçıyoruz? Dahası kaçmak mümkün mü? Göç bir örnek... İyi bir örnek... Hayatımızın en büyük yap bozu. Her şeyi dağıtarak geldik buralara... Ama nereye gidersek gidelim yolun sonu yine bize çıkıyor. Benim bunu anlamam ise kendimle gerçekleştirdiğim sohbetlerle oluyor.
Çıkın o çıkmaz sokaklardan
Sohbetlerimin konusu dönem dönem değişiyor. Geçen sene içinden geçtiğim zorlu dönemi iyi anlamam, kişiler değişse de benzer meselelere ayağımın takıldığını görmem, hayata tersten bakmayı öğrenmem de bu konuşmalar sayesinde oluyor. Hayat çocukluğumuzdaki gibi “Önümüze gelene bir tekme” diyerek geçmiyor. Yaşadıklarımızı işlemden geçirmediğimiz, neyi niye yaptığımızı, neyi niye yaşadığımızı anlamaya çalışmadığımız bir hayat kendimizden kaçtığımız bir hayat oluyor. Anlayana kadar da, hayat bizi aynı sınavlara tabi tutuyor. Hoop yine girdik çıkmaz sokağa... Kendimizi bir hayat boyu anlamaya çalışmak bizim yegane sorumluluğumuz. Sadece kendimize karşı değil, insanlığa da karşı.
Ağzınızdan çıkanı kulağınız duysun
Delilik olarak görülen kendi kendine konuşmayı ben akıl sağlığınızı korumak için yapmanız gerektiğini söylüyorum. Çünkü bir kere kendinize soru sormaya başladığınız zaman cevaplar önünüze akmaya başlıyor. Cevabını bir anda bulamadığınız sorularınızın yanıtları birkaç gün içinde okuduğunuz bir kitabın satırından, bir Instagram postundan ya da izlediğiniz bir filmin repliğinden geliyor. O yüzden acımayın kendinize, karşınıza oturtun çatır çatır sorularınızı sorun. İlk başlarda zorlu olan bu süreç, kendinizi yargılamadan dinlemeyi öğrendiğiniz zaman keyifli hale gelecektir. Ha bir de sesli sorun ve sesli cevap verin. Ağzınızdan çıkanı kulağınızın duysun. Kendinizi, kendinize karşı sağır ve dilsiz bırakmayın.
Durup duru
Şimdi ikinci yola gelelim. Durmaya... Egelilere “Ne yapıyorsun?” diye sorduğunuzda, "Hiiiiç, durup duru..." cevabını duymanız mümkündür. “Duruyorum, durmaya devam ediyorum” anlamındadır bu tatlı “Durup duru...” cevabı. Ege’nin ruhunda vardır durmak ama modern hayatta pek yok. İçinizde, kulağında kulaklığıyla zoom toplantısına katılırken bir yandan da mutfakta yemek pişiren, o sırada ağlayan çocuğu sakinleştireyim derken, ocakta unuttuğu yemeği yakan veya benzer hikayeler yaşayan birçok kişi olduğuna eminim. Aslında burada yaktığımız yemek değil, beynimiz oluyor. Yapılacaklar listemizin sonu gelmiyor ve çoğumuz iş ve ev yükünün altında eziliyoruz. Bir öncelikler listesi yapmak en iyi çözüm gibi gözükse de bazen olmuyor; bazen o toplantı, o yemek ve o ağlayan bebek aynı ana denk geliyor. Bu da sanki hayatın normali gibi geliyor. Normal olması için denge gerekiyor. Yani hırpalandığımız kadar kendimizi ve zihnimizi dinlendirecek aktiviteler bulmak.
Durmak rahatsız edici bir eylem
2014 yılında Virginia Üniversitesi’nde yapılmış bir araştırma çoğu insanın bir şeylerle meşgul olmayı, hiçbir şey yapmamaya tercih ettiğini söylüyord. 11 çalışmadan oluşan “Durmak” araştırmasında Virginia Üniversitesi psikyatristlerinden Timothy Wilson ve ekibi ile Harvard Üniversitesi’nden meslektaşları, 18-77 gibi geniş bir yaş grubundan katılımcıları bir odada topluyor. 15 dakika boyunca hiçbir şey yapmadan oturmalarını, istedikleri bir konuda düşünmelerini, hayal kurmalarını söylüyor. Genç yaşlı fark etmeksizin katılımcıların çoğu bundan rahatsız oluyor ve bu deneyimi son derece tatsız buluyor. Bir kısmının eli refleks olarak telefonlarına gidiyor. Wilson, laboratuvar ortamına yabancı olan katılımcıların aynı çalışmayı evlerinde yapmalarını istiyor. Laboratuvara geri dönen katılımcıların 1/3’ü, evde 15 dakika duramadıklarını, ellerinin ya telefona, ya kumandaya uzandığını itiraf ediyor.
15 dakikada 190 kez çarpılmak
Wilson bir sonraki çalışmada işi bir adım ilerletiyor ve hareket eden katılımcılara elektrik şoku vereceğini söylüyor. Önceden de şoku veriyor ki ne yaşayacaklarını bilsinler. Çoğu yerinden sıçrıyor, “acıyor” diyor. Wilson, 15 dakikalık süreci başlatıyor. Katılımcıların yüzde 43’ü yerinde duramadığı için elektrik şokuna maruz kalıyor. Bir kişiye 15 dakikada 190 kez elektrik çarpıyor.
İnsanoğlunun durmaya tahammülünün kalmamış olması bana korkutucu geliyor. Sadece duramayanlar için değil, toplum için korkutucu. Duramamak ne demek? Kaçmak demek... Hoop, döndük mü yine kendimizden kaçmaya, girdik mi yine çıkmaz sokağa...
Ocağın altını kısın ki, beyniniz yumurta gibi haşlanmasın
Günümüzde her mecradan başımıza kişisel gelişim tavsiyesi yağıyor. Benim naçizane ve tek önerim, kendinizi anlamaya çalışın. Kendiniz için en iyi olanı bilin. Hayatta en yakından ve en iyi tanıdığınız kişi kendiniz olsun. Bunu yapabilmeniz için bir diğer önerim arada hiçbir şey yapmadan durmanız, arada da meditasyon yapmanız olacak. Haftada 2-3 dakikayla da olsa meditasyona başlamayı deneyin ki beyniniz yumurta gibi haşlanırken, ocağın altını kısabilin. Yumurta örneği yazarken çıkıverdi. Bir yumurta haşlama süresiyle meditasyona başlamayı deneyin. İlk başta zorlanabilirsiniz, hiç önemli değil, denemeye devam edin. Müthiş meditasyon aplikasyonları var. Kısa süreli olanlarla başlayın. 10-15 dakikalık meditasyonların sonucunda rahatlamak, gevşemek, yaratıcı yönünüzü ortaya çıkarmak, zihninizi cilalamak, ağrılarınızdan kurtulmak bile mümkün.
Canım Ağrı’m... Söyle bana...
Ben şu sıralar ağrımla konuşuyorum. “Canım benim, niye ağrıyorsun? Anlat...”
Bir gün önceki güne göre daha çok ağrım varsa, soruyorum “Bugün ne oldu da daha çok ağrıdın?”
Konuşuyoruz bir süredir, sohbetimiz iyi. Ağrıyla ilgili karşıma spotify’da çıkan bir meditasyon sayesinde sinir sıkışmama ve ağrıya yol açan nedenleri 10 dakika içinde önümde buluyorum. Şimdi her birinin bir ismi ve rengi var. Her biri işlemden geçerek sistemden atılacak ve umarım sonunda ağrı da...
“Neden göçtün, burada ne işin var, farklı ne yapabileceğini düşünüyorsun, yapabileceklerinin listesini yazmakla başlamak ister misin?” diye ısrarla soran Ayşe’ye de en iyi cevap şu köşenin başlığı oluyor. Önce yaşıyorum, sonra yazıyorum. Farklı bedenlerde, farklı şehirlerde, farklı dillerde geçen, çok da farklı olmayan hikâyelerimizi...
Not: “Yürümek” yazısı haftaya...
Ayşe Acar kimdir? Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı. Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu. Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü. Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı. Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı “Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?” (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı. 2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu. Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor. |