“Aslında körlük, umudun tükendiği bir dünyada yaşamaktır.”
“Tam anlamıyla insan gibi yaşayamıyorsak,
en azından tam anlamıyla hayvan gibi yaşamamak
için elimizden geleni yapalım”
“Körler ülkesinde tek gözlüler kral olur”
“Kurbanın kendi celladı üzerinde hiçbir hakkı yoksa,
adalet yok demektir”
“Fikir değiştirmenin en kolay yolu,
sağlam bir umuda bel bağlamaktır.”
Jose Saramago, Körlük, 1995
Teyzemin cenazesi için yapmış olduğum bir haftalık İstanbul seyahatinde, biraz çevreyi gözlemleme ve şehrin nabzını tutma imkanı buluyorum. Arkadaşlarımla, komşularımızla, cenazeye katılan uzun süredir görmediğim aile dostlarımızla yaptığım kısa sohbetlerde “Nasılsın?” sorusuna verilen cevaplar “Nasıl olalım?” “İyi diyelim, iyi olalım” “İç güveysinden hallice”den öteye gitmiyor.
İnsanlar depremin yarattığı korkunç tahribatın etkisinden kurtulamadıklarını, benzer bir senaryonun içinde kendilerini bulma ihtimali karşısında binalarını kontrol ettirdiklerini, hasarlı olduğunu ve olası bir depremde yıkılabileceğini öğrendikleri binalarından eğer kiracılarsa çıkmaya karar verdiklerini, fakat astronomik kiraları görünce “Oturalım, oturduğumuz yerde” dediklerini, bazı ev sahibi tanıdıklar ise “Ya yıkım kararı çıkarsa, ne yaparız, nereye gideriz, bir tek evimiz var bu hayatta” diye evlerini kontrol ettirmekten çekindiklerini söylüyor.
Dertlenmekten utanmak
Bir yandan da 11 ilimizde yaşanan felaketi düşününce herkes “Yine çok şükür halimize, insanlar orada evsiz kaldı, canlarını kaybetti, ne yardım yapsak yetmiyor” diyor, olası bir depremde yıkılabilme ihtimali yüksek olan binalarından, o ya da bu imkansızlık nedeniyle çıkamadıkları için dertleniyor olmaktan utanıyor. Hemen herkes başucu komodinlerinin üstünde kaskla, düdükle, bir şişe suyla uykuya gidiyor. Hemen herkes gergin, bıkkın, uyku sorunu yaşamakta. Zihin-beden hastalıkları tavan yapmış durumda. Kimi tanıdıklarım alerji atakları yaşıyor, kimisi egzema, sedef... Kiminin kulağı çınlıyor, kimi migrenle uğraşıyor, kimi dişini sıkmaktan dişini kırıyor, kimisi de bel, sırt, boyun ağrıları çekiyor.
Beden duymamaya karar verirse
Bunların içinde en ilginci ise bir arkadaşımın bir sabah uyandığında sağ kulağında işitme kaybı yaşaması oluyor. Tam da kirada oturdukları evden çıkıp çıkmama konusu üzerine eşiyle uzun bir konuşma yaptıktan sonra... Kulak burun boğaz doktorları bir teşhis koyamıyor. Basınç odasına defalarca giriyor ama onda da haftalarca pek bir ilerleme olmuyor. Zihin beden hastalıkları ile ilgili şu sıralar çok kitap okuduğum için kendisine şunları tavsiye ediyorum; “Sakın korkma! Sakın kendi kendine “sağır oldum” deme, Korkarsan beynin bunu gerçek bir tehdit gibi algılıyor, ikna oluyor, bilinçaltın sağır olduğuna inanıyor ve korktuğun şey gerçek oluyor. Bu çok belli ki psikosomatik bir durum. Olumlu düşün, her gün kendine iyileşeceğini söyle. Afirmasyonlar yap. Geçecek.” Arkadaşımın kulağı yavaş yavaş açılırken doktorları son günlerde teşhisi konulamayan işitme kaybı vakalarında büyük bir artış olduğunu söylüyor.
Saramago’nun Körlük’ünün memleket uyarlaması
Adeta Jose Saramago’nun “Körlük” romanı isim değiştirmiş de “Sağırlık” olmuş. Körlük’de kendilerine yol gösteren, gören gözlerini kaybeden insanlık yavaş yavaş ahlaki bir çöküşe doğru sürüklenir. Ülkemizde yaşanan senaryoda ise kimsenin artık memleketin derdini, olası felaket senaryolarını, kendilerini bekleyen geçim sıkıntılarını dinleyecek hali kalmamış. Beden artık duymak istemiyor, şalteri kapatıyor ve duymuyor. Duymak istemeyenlerin duyamaz hale geldiği bir ülkede işitme kaybı bulaşıcı hastalık gibi yayılıyor.
Cumhuriyet’in 100’üncü yılında Cumhuriyet’i seçmek
Tüm bunlar yetmezmiş gibi önümüzde bir seçim var. Herhangi bir Türkiye genel seçimi değil bu, Cumhuriyet’in 100’üncü yılında rejim seçimi. Beğenin ya da beğenmeyin Kılıçdaroğlu haricinde, herhangi bir adaya verilen her oyun aslında Erdoğan’ın hanesine sayıldığı bir seçim. Erdoğan tekrar kazanırsa ne olacak, özgürlüklerimiz ne olacak, kadın hakları, LGBTQ bireylerin hakları ne olacak, eğitim sisteminin son 20 yılda bilinçli bir şekilde içi boşaltılmışken, daha ne kadar boşalacak, dolar kaça çıkacak, hali hazırda feci olan ekonomik krizin boyutu nereye varacak? Herkes gergin, uykusuz, dalgın, düşünceli... Trafik her daim sıkışık. Zincirlikuyu’da bas bas korna sesleri... Kimse daha fazla felaket senaryosu duymak istemiyor. Daha da kötüsü işlerin yakın zamanda düzeleceğine dair inançları da az.
Bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen...
Aklıma Vancouver’a göç etmeden birkaç hafta önce yaşadığım bir gece geliyor. “Ben ne yapıyorum, iki çocukla nereye gidiyorum? Doğru mu yapıyorum, yanlış mı yapıyorum?” stresiyle bir sigara yakıp, gece karanlığında Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni okuyup, kendimi çok çaresiz hissettiğim bir gece... O gece günlüğüme şunları yazıyorum.
“ ...Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakruzaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.
Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklal ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.
Sanıyorum ki ilkokulda her sabah bu hitabeyi okuyarak güne başlamış olmamız, kırk yaşımdan sonra meyvelerini veriyor. Ata’mı hüsrana uğrattığımı düşünüyor, çok büyük suçluluk duygusu yaşıyorum. Kaçıyor muyum ben? Hayır, çocuklarıma daha iyi bir eğitim imkanı sunmak, onları dünya vatandaşı yapmak için gidiyorum. Peki ya kalsam ne olacak? Türk istiklal ve cumhuriyetini nasıl kurtarabileceğimi bilmiyorum. Vazifemi yerine getiremiyorum.
Sokaklara çıkmak, protesto etmek, sosyal medyada farkındalık yaratmaya çalışmak, yazmak, çizmek bir işe yaramıyor. Böyle hisseden çok büyük bir kalabalığız, kendimizi iyi eğitimli ve kafası çalışan kişiler olarak tanımlıyoruz ve yine de adil, eşit ve özgür bir Türkiye için bir araya gelmenin bir yolunu bulamıyoruz.
Bugünün "yetişkinleri" yani benim kuşağım, çocukluğumuzun "yetişkinleri" tarafından sistematik olarak siyasetten caydırılmalarının bedelini ödüyorlar. 12 Eylül 1980'de dünya tarihinin en kanlı, en vahşi darbelerinden birini yaşayan anne babalarımız, tamamen apolitik bir gençlik yetiştirmeyi başarıyor.
Sigaramı söndürüyorum. Gece karanlığında oturup Atatürk'ün Gençliğe Hitabe’si üzerine ağlarken ve buna ağlıyor olmama sinir bozukluğuyla gülerken, gerçekten de aklımı kaçırdığımı düşünüyorum.”
Tekrar baktığımızı görüp, işittiğimizi duymak için
Eğitimleri için buraya geldiğim çocuklarım artık 18 yaşında birer genç ve bu seçimde 4 milyon 904 bin 672 genç ile birlikte ilk oylarını kullanacaklar. Memlekette geçen hafta gözlemlediğim haklı yılgınlık karşısındaki umut gençlerde ve sandıkta. Bu ahval ve şerait içinde vazifemiz sandığa gidip oy kullanmak ve Cumhuriyet’i seçmek.
Evet belki bir şeyler bugünden yarına hemen değişmeyecek, eğitim sisteminin, hukuk sisteminin, ekonominin toparlanması belki yıllar alacak ama bir yerden başlamış olacağız. Eninde sonunda bu topraklara adalet gelecek. Tekrar baktığımızı görüyor, işittiğimizi duyuyor olacağız. Huzurlu bir şekilde uykuya dalıp, kabuslar değil de güzel rüyalar göreceğiz. “Nasılsın?” diye sorana tüm güler yüzümüzle “Çok iyiyim, çok şükür” diye cevap verebileceğiz. Umut olunca uzaklarda okuyan milyonlarca çocuğumuz, gencimiz ülkelerine geri dönüp faydalı olmayı düşünebilecek. Tek dileğim 14 Mayıs’ta sandığa giden herkesin bu sefer siyasi partileri değil, cumhuriyeti oylayacaklarının farkında olması. Ata’mızın biz Türkiyeli Gençliğe emaneti Cumhuriyet’i korumanın tek yolu da sandıktan geçiyor.
Ayşe Acar kimdir?Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı. Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu. Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü. Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı. Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı "Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı. 2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu. Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor. |