"Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır...
Bu da gösterir ki zaman ve mekan, insanla mevcuttur."
Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Öncelikle minnettarım. Geçen haftaki yazıdan sonra iyi niyetlerinizle, şifa önerilerinizle dolu mesajlarınız beni çok mutlu etti. Hayattaki sıkışmışlıklarımızın, negatif duygularımızın ağrılara yol açarak, sinir sistemimize nasıl tehlike sinyali verdiğini, bir süre sonra beynin bunu gerçek bir tehlike gibi algılayarak ağrıyı kronik hale getirebileceğini, bu durumun stresi ve korkuyu daha da artırarak organ, doku ve hücrelerimizi hasta edebileceğini ve bu durumun da mekanik rahatsızlıklara yol açabileceğiyle ilgili nefis kitaplar okumaya, podcastlar dinlemeye başladım. Kısa süre içerisinde kendimi çok heyecan verici bir keşif sürecinde buldum. Tüm süreci deneyimledikten ve somut sonuçlar aldıktan sonra sizinle yaşadıklarımı tek tek paylaşacağım.
Beni ayrıca mutlu eden, hayatta bizi nakavt eden konular farklı olsa da benzer süreçlerden geçen birçok kişinin "Yalnız değilmişim" mesajları oldu. Elbette yalnız değiliz. Sadece çaresizliklerimizi, zayıflıklarımızı, kırılganlıklarımızı paylaşmakta, mutluluğumuzu paylaştığımız kadar cömert değiliz. Yaramı sarmaya çalışan ve fark etmeden yara sarma sürecine katkıda bulunduğum herkese minnettarım. İyi ki varsınız.
Anne evinde çocuk olmak
Bu hafta araya komik bir hikâye sıkıştırmak ve 8 Ağustos 2022 tarihine dönmek istiyorum. O tarihte annemin yanında kalıyorum. Sadece yazları gördüğüm annemle baş başa vakit geçirmenin mutluluğu ve iki çocuk büyütmüş bir insan olarak anne evinde çocuk olmanın hafif sıkıntısını bir arada yaşadığım bir gün. Kalbim zaten kırık. Güvercinlik'in dalgalı denizine kendimi atıyor, büyük dalgalara karşı, büyük kulaçlar atıyor, yüzümde, ensemde güneşi hissederek ve kutsal bulduğum, oğluma adını verdiğim Ege sularından şifa diliyorum. Ruhuma, bedenime şifa...
Akşamları sitenin köpekleriyle birlikte uzun yürüyüşlere çıkıyor, sahile vuran dev dalgaları bir de kıyıdan seyrediyorum. Hele bir de ay kendini gösterdiyse değmeyin keyfime... Anne evinde çocuk olmayı hatırlayarak Ay Dede'ye dua ediyorum bu sefer... "Ay Dede... Ay Dede... Ruhumu, bedenimi iyileştir. Problemleri anlamaya ve çözmeye çalışırken, dört bir yöne sınırsız esneyen ve sonunda esnemekten kırılan kalbimi onar. Bırakmamı, özgürleşmemi sağla..."
Yerden gökten şifa dilemek
Ardından tabii ki ağaçlar geliyor. Ah ağaçların toprağın altından getirdiği bilgelik, negatif enerjimizi topraklamaları ve enerji frekanslarımızı artırmaları elbette en büyük şifa kaynaklarından biri. Benzer duaları ağaçlara da ediyorum. Kısaca yerden, gökten şifa dilediğim bir günün gecesinde saat 11.00'e yaklaşmışken bir arkadaşım gece yarısı 12.00'de, 8/8 portalından geçiş yapacağımızı söylüyor ve bir ritüel öneriyor; "Gece yarısı olmadan açık bir alana çıkın. Mümkünse kırmızı, değilse herhangi bir mum yakın. Niyetlerinizi defne yapraklarına yazın ve yaprakları tek tek yakarken, gökyüzüne bakarak, ‘8.08 enerjisi ile şu niyetimin tez zamanda olmasını diliyorum ve seçiyorum,' deyin."
Aslan Kapısı da neymiş?
8/8 kapısı da neymiş diye hızlıca bir internete bakıyorum. Şu tür bir bilgi görüyorum: "Bugün 8/8 Aslan kapısının aktive olduğu yılın en önemli enerji akışlarından birinin gerçekleştiği bir gün! Aslan burcundaki Güneş, Sirius yıldızı, Orion Kuşağı takımyıldızı ve Dünya'mızın hepsinin her yıl hizaya gelmesiyle gerçekleşen ruhsal ve fiziksel dünyalar arasında açılan nadir bir portaldır. Bu iki dünya arasındaki kapı her yıl Aslan burcundaki yeniay ile açılır. Enerji gün geçtikçe yükselir ve numerolojik olarak da önemli olan 8.8 (8 Ağustos) tarihinde zirveye ulaşır, dolunaya kadar devam eder. Bu portalın açık olduğu günlerde her şey daha hızlı ve daha yoğun hareket eder."
Aradığım enerji portalı ayağıma geliyor
"Allah" diyorum, "Aradığım portal ayağıma geldi." Üstelik burcu aslan, yükselen burcu aslan, sırtında kocaman aslan dövmesi taşıyan, gönlünü de Aslanlar'ın takımına vermiş biri olarak ben geçmeyeyim de, kim geçsin bu kapıdan? Sabah oğlumun adını verdiğim sularda şifa ararken, şimdi kızımın adını verdiğim defne yapraklarına niyetlerimi yazacağım. Hemen anneme sesleniyorum; "Anneeee! Evde defne yaprağı var mı?" Olmadığını söylüyor.
Sitenin içindeki restorana koşuyorum. Gece 11.00. Restoran kapanmak üzere. Sahibi Recai Bey; "Hayırdır Ayşe Hanım, bu saatte..." diyor. "Recai Bey, defne yaprağı lazım. Çok acil."
"Ah! Yok defne yaprağı. Alacaktım ama bizim sitenin içinde bir yerde ağaç varmış. Oradan toplar kuruturum dediydim. Kuzu incik yapacağım, bana da lazım. Size niye lazımdı?"
Bizim bir enerji işi vardı da...
Beni tanıyanlar iyi bilir ki suratıma böyle çat diye soru sorulduğunda hiç lafı çeviremem. "Ben de buğulama balık yapacaktım" deseydim iyiydi ama "Şeyy... Bir enerji işi vardı da.... Bir ritüel... Gece yarısı on ikiye kadar yapmam lazım. Hiç mi yok?" diyorum. Garson İhsan kulak kabartıyor. "Abla nasıl bir ritüel bu. İyi bir şeyse ben de yapayım. Çok ihtiyacım var bu ara." diyor. Saatime bakarak, "Yollarım sana da İhsan, ama önce defne yaprağını bulmamız lazım. Zamanla yarışıyoruz."
Recai Bey, bir komutan edasıyla sitenin haritasını önümüze açıyor. "Şimdi Ayşe Hanım. Burası sizin ev. Ağacın bir komşumuzun evinin oralarda olduğu söyleniyor. Tarifler doğruysaaaaa, şuralarda bir yerde olmalı." diyerek haritaya büyükçe bir X çiziyor ve ekliyor; "Oğlum İhsan, git Ayşe Abla'na yardım et, bize de yaprak topla."
Defne yaprağı hazine avı
İhsan diyor ki; "Usta ben yeniyim, bulamam. Sen de gel." Recai Bey görev bilinciyle; "Peki öyleyse, Maceraya hazır mısınız? Yürüyün öyleyse ağacı bulmaya!" diyor, komutanımız olarak o en önde, İhsan arkasında, ben en arkada yola koyuluyoruz. Recai Bey yoldan bahsi geçen komşumuzu arıyor. Komşumuz kendi bahçesinde defne ağacı olmadığını ama evin önüne düşen yolda olabileceğini söylüyor. O da haklı olarak "Ne yapacaksınız bu saatte defne yaprağını?" diye soruyor. Recai Bey lafı çevirmekte benden becerikli. "Kuzu incik yapacağım. Sosa yatıracağım geceden" diyor, bir yandan da bana göz kırpıyor. Ben kendi sitcom hayatımın yine şahane bir bölümünü yaşıyor olmanın mutluluğuyla çok eğleniyor, unutmamak için her anı zihnime kazıyorum. İhsan o arada defne ağacını google'lıyor. Bir elindeki telefona, bir de yoldaki ağaçlara bakarak doğru ağaçtan doğru yaprağı toplayacağımıza emin olmak istiyor. Lafı uzatmayayım çok geçmeden, ağacı buluyor, yapraklarımızı topluyor ve dağılıyoruz. O sırada İhsan'la da ritüeli paylaşıyorum.
Bal kabağına dönüşmeden portaldan geçmeliyim
Eve geliyorum. "Anneee! Topladık yaprakları, gel, sen de dileklerini yaz." diyorum. Saat 11.30 olmuş. Bal kabağına dönüşmeden portaldan geçmek için yarım saatimiz var. Bir mum yakıyoruz, ben en az 10-12 yaprağa uzun uzun dilek yazarken annem iki üç yaprağa yazıp, bırakıyor. İş yakma kısmına geldiğinde, yaprakların taze olduğunu hesaba katmadığımızı fark ediyoruz. Taze yaprak hiçbir şekilde yanmıyor. Annem sıkılıp bırakıyor; "Güneşte kurusun ben haftaya yakarım onları," diyor. "Ama anne bugün 8/8 kapısı açılıyor. Haftaya yakınca olmuyor. Takvimi kafana göre değiştiremiyorsun" diyorum. "Olur, olur. 8/8 niyetiyle diyerek, 18/8'de yakarım ben. Mühim olan niyet." diyerek, salona yarım bıraktığı dizisini seyretmeye dönüyor. Annemin kendi zaman algısının içinde yaşamasına, kendi saat dilimini kendi yaratmasına hayranlıkla bakıyorum. Kızım Defne yanımızda olsa, dileklerini "Ha o defne, ha bu Defne" diyerek, çocuğumun üzerine yazma ihtimali karşısında gülüyorum ama gülerek kaybedecek vaktim yok. Görev insanıyım. O yapraklar gece yarısına kadar yanacak!
Öte taraftan belki bir torpil gelir
Yaklaşık iki kutu kibrit harcıyorum. Çakmağın metal kısmı ısındığı ve ben çakmayı durduramadığım için başparmağımın ucunu yakıyorum. Balkonda dileklerime konsantre olmuş, gökyüzüne bakıp mırıl mırıl dua ederken, ucundan yanan yapraklar ters rüzgarla masanın üstüne uçuyor ve masa örtüsünün üzerinde kocaman bir delik açıyor. Annem görmeden deliği kül tablası ile kapatıyorum ama yaprak dileğim üzerinde okunacak şekilde orada duruyor. Yok bu şekilde, tek tek yakmak mümkün olmayacak. Babaannemden kalma bakır kaplardan birini alıp, yaprakları içine atıp toplu yakma eylemine girişiyorum. Bu gibi ritüelleri yaparken, babaannemin ve babamın bir zamanlar ellerinin değdiği eşyaları yani enerjilerini işin içine katmayı seviyorum. Öte taraftan bir torpil yapacaklar gibi geliyor ama yine olmuyor.
Yaprak yakmayı sizden öğrenecek değiliz
Gece yarısına on dakika kalmış durumda. Gazete kağıdını alıp, buruşturup top haline getiriyorum, üstüne hafif kolonya döküyorum, üzerine 20-30 kibriti şömineye odun dizer gibi diziyorum. Yaprakları da üzerine yerleştiriyorum. Gökyüzüne bakarak niyetlerimi söylerken, gazeteyi tutuşturuyorum. En az yüz yıllık bakır kabın içinde büyük bir alev topu oluşuyor. Saat tam on ikide tüm niyetler kül oluyor.
8/8 tarihinde, gece tam on ikide, ruhsal ve fiziksel dünya arasında açılan portaldan Recai Bey'in önderliğinde, annemin "Ay o alev neydi? Kibritle bu kadar oynama kızım, evi yakacaksın" çığlıklarıyla, İhsan'dan gelen "Abla, yaprakları yaktım. Allah hepimizin niyetlerini kabul etsin." mesajıyla geçiyorum. İlk düşüncem "İhsan yaprakları herhalde odun fırınında yaktı" oluyor, ilk eylemim de yanan parmak ucuma pansuman yapmak...
Yanmayan yaprakların bir bildiği vardı
O gün dilediğim bazı şeyler hızlıca oluyor, bazıları olmuyor ama olmaması bir süre sonra çok da önemli olmuyor. Olan şeylerin bazılarının da sonradan olmamasının hayrıma olduğunu düşünüyorum. Hani "Ne dilediğine dikkat et!" lafı vardır ya...
Tek bildiğim o günden sonra ruhumda hızlı bir iyileşme süreci başlıyor. Denize, aya, ağaçlara baktığımda hissettiğim kalbimdeki kırıklığın yerini umut almaya başlıyor; o günün enerjisi bana çok iyi geliyor.
Bugün o güne geri dönecek olsam, yaprakları yakmak için asla o kadar uğraşmazdım. Çünkü belli ki benim bazı niyetlerimin gerçekleşmesi için zaman lazımdı. Çünkü belli ki bizim için en iyi olan planda, zaman alacak olan niyetlerimizi evrenden hızlı kargoyla sipariş edemiyorduk. Çünkü zorla güzellik olmuyordu. Çünkü her ne kadar başımızın üstüne sihirli bir değnek değmişcesine, hayatımızdaki büyük ya da küçük yolunda gitmeyen şeylerin düzelmesini ya da beklediğimiz güzel haberleri bir an önce almayı istiyorsak da, bazı yolunda gitmeyen şeylerden ve güzel haberleri alana kadarki süreçten daha çok öğreneceğimiz vardı. Yanmayan yaprakların bir bildiği vardı.
Annemin zaman teorisi
Zamanı hızlandırmak, yavaşlatmak bu dünyada mümkün değildi ama onu niyet ettiğimiz şeyleri gerçekleştirmek adına öğrenerek, elimizden geleni yaparak kullanmak mümkündü. Bu zamanı kullanmaya ihtiyacımız olduğu için yanmıyordu yapraklar.
Ahmet Hamdi Tanpınar annemi tanısa çok etkilenirdi. Çünkü annem bu dünyada kendi zaman teorisine göre yaşıyor, bir hafta sonra güneşin altında kuruttuğu yaprakları 8/8 enerjisi niyetiyle kolaylıkla yakıyor. Annemin saati mekan, yürüyüşü zaman, ayarı ise kendisiydi.
Not: Başta Recai Bey olmak üzere, tüm Güvercinlik Masmavi Restoran ekibine, restoranlarını ofis gibi kullanmama izin verdikleri, çalışırken Türk kahvemi, suyumu masamdan eksik etmedikleri, gecenin bir vakti benimle defne ağacı avına çıktıkları için teşekkür ederim. Yaza görüşmek üzere.
Ayşe Acar kimdir? Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı. Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu. Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü. Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı. Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı “Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?” (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı. 2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu. Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor. |