Ayfer Feriha Nujen

26 Temmuz 2020

Sıcak bir kalp, soğuk bir mantık: Bir alfa olarak Thomas Bernhard

"Aşağılanmalar getiriyorum vadilere ve çoğu diyor ki ölüm ve düş ve kıskançlık taşıyormuşum bir barışa koca küfeleri"

Yetimhaneleri, reddedilmeyi, inkâr edilmeyi ve büyükbaba terbiyesinin ne olduğunu iyi bilen biri olarak Thomas Bernhard'ı içten kavramış ve metinlerinin de dışında onu tasvir edebilecek sayılı insanlardan biri sanırım kendimi bazen. Çok da büyük bir iddia değil bu. Farklı zamanlarda benzer durumları yaşamış insanlarız sadece. Ve hiç de az sayıda değiliz. İnsanların bir yazarı nasıl hayal ettiğini ben de çoğu zaman bilemiyorum doğrusu. Burada Dostoyevski'nin şu sözleri daha anlamlı duracaktır: "Uzaktan hayran kaldığınız biriyle sakın tanışmayın. Ya eliniz, ya kalbiniz boş kalır." Belki de bir yazarı tanıma hayali gerçekleştiğinde yaşanan genellikle hayal kırıklığı olur. Yazarlar için de bunun kesinlikle geçerli olduğu unutulmamalıdır. Bunu ilk gençliğimde çokça yaşamış ve bunu çokça yaşamış insanlarla karşılaştığım için söylüyorum. Fakat söz konusu Thomas Bernhard olunca pek çok fikir değişebilir bu konuda birden ve hızla. Şiddeti tatmış bir insan elbette ki kendini yalnızlıkla kuşatır. Thomas Bernhard, yalnızlığın insanı kırdığı yerlerden yanlış kaynamış bir örneğidir sadece. Münzevi bir hayat yaşamak, bir uçurumun başında durup o kör çukuru hiç iyileşmeyecek bir hastanın başında durup bekler gibi geçip giden zamanla doldurmaya benzer bu yüzden. Ondan beklenenle onun ortaya koymak istediği şeylerle arasındaki uzlaşmazlık da bundan ibarettir. Hiç istemeden dönüştürüldüğü biri olmanın öfkesiyle yazar. Öfkesini duvarlarda patlayan bir yumruk gibi değil, metinlerinde ve söylemlerinde etkili bir biçimde ortaya çıkarabilen yazanlardan olması önemli bir özelliğidir. Bir sürükleyici olarak toplumun ve çevremizdeki insanların bizdeki itkileriyle tavırlar ve davranışlar gösterdiğimizin yaşamış en iyi örneğidir. Thomas Bernhard, kendi tabiriyle, kendi kendine gelişmiş bir insan. Ve bunu her fırsatta yalnızlığına borçlu olduğunu dile getiren bir adam. "Goethe Öleyazıyor"da bunu desteklercesine şu sözlere yer vermiştir: "Yaşamak, kendi kendini adam etmektir. Zekâ ve bilgi kullanarak etinden, kemiğinden kendi heykelini yapmaktır." Çoğunlukla onu Narsist olmakla itham edenlerin Varoluşçuluk ve öğretilerinden bir haber olduğunu görürüz. Ve bu nedenle körlüğü ve duyarsızlığı gelişmiş çoğu insan ve bu insanların kendi okuma algısıyla iddialı bir kesim Thomas Bernhard'ı nitelikli bir insan sevmez olarak tanımlar. Elbette ki bu büyük bir yanılgının sonucudur. Çünkü göz ne isterse akıl onu görür. İnsanı insandan uzak tutan ayrıntılar vardır, gözden ırak tutulan. Çünkü Thomas Bernhard insana ve onun yakınlığına özlem duyan biridir ve bunu "Üç Gün" adlı belgesel filmde şöyle dile getirmiştir: "Fikirlerim yüzünden benden uzak durdular. Caddelerde karşılaştığım insanlar beni görmezden gelmek, benimle yüzleşmemek için sigara kullanmamalarına rağmen caddenin karşına geçer ve bir tütüncü dükkânına girerlerdi." Toplumun ondan beklediği başarıyı yakalayamamış herkes bugün hâlâ bunu yaşar. İnsanlar ta ki bu kişi toplumun istediği tanınmışlığı bir başarı derecesiymiş gibi yakaladığında ve onların beklentilerine ve iktidar alanlarına bedavaya hizmet ettiğinde onu ancak benimserler. Thomas Bernhard bunu hep reddetmiştir. Bugün yaşasaydı, yine reddederdi. Çünkü olması gerekenin ahlaklı ve doğru bir fikirden dışarıya çıkmaması gerekliliğine inanırdı. Ve bu iki kavram kesinlikle ona ve onun gibilere dayatılan ve beklenenler arasında yoktu.

Dünyanın her yerinde yönetim biçimi olarak insana hiç almaması geren şekilleri veren her şeyi eleştirir aslında. Genellikle metinlerinin ve söylemlerinin çoğunda ülkesi Avusturya'ya karşı büyük bir öfke hâkimdir bu yüzden. Oysa vatanı olan Avusturya'ya gönül verdiğini söylerken, yurtsever olmakla sığ bir milliyetçinin aralarındaki farkı da açıkça ortaya koyar. Bir bataklık hayvanı bile çoğu kez memnun olmaz çamurun kıvamından. Bu noktada insanın yazan biri olarak en çok da yurdunu eleştirmesi kazanılmış bir hak değil midir? Aslında kendine ait olan şeye ve yere karşı bir yabancılaşma içinde yapar bunu. Zaten insanların istenmedikleri yerlerden çıkıp gitme hakları da olmalı. Aksi halde intiharları bir mayın tarlasındaymış gibi patlatan bir itişin parmakları ucunda bulur kendini kişi. Çünkü insanın sahip olduğunu sandığı her şeyin ve her yerin esiri olduğu gerçeği her zaman ilk tetikleyici olur. İçinden geçtiği toplumun bir ürünü olarak, yazan ya da okuyan ya da sadece bir varlık olarak toplum ve kaideler nereye isterse oraya savrulan insanın bir öz savunma olarak isyan biçimini dile getirmekle yükümlü bulur kendini bu biçimde Bernhard. Birçok bireyle ilgili, bireysele karşıt olarak bütünle ilgili, yalnız bir türle ilgili ve tüm bireyleri içeren sosyolojik çıkışlarıyla da dikkat çekicidir. Her şeyin zıtlıkla ve zıttı ile var olduğuna inanmaktan söz eder ve bütün zıtlıkları aynılıkla aynı biçimde reddeder. Bir anne babadan olup da doğmuş olmanın dışında, insan toplumun da bir evladı; resmen gayri meşru olmakla birlikte. Toplum kendi içinde kendine ait olanı şiddetle geliştirir çünkü. Thomas Bernhard da bu şiddetin bir ürünüdür. Benim gibi. Diğerleri gibi. Toplumun kimi yazanları ‘hasta' ilan etmesinin en açık ve net nedeni elbette ki toplumun tedavilere ve eleştirilere kati suretle kapalı kendi hastalığından ileri gelmesidir.Yaşamıyla paralel otobiyografik beşlemesi olan Soğuk / Bir Soyutlama, Neden / Bir Değini, Kiler / Bir Kaçış, Nefes / Bir Karar ve Çocuk'ta bu öfkenin kaynağını görmek mümkündür. Kendi ifadesiyle Thomas Bernhard bir yazar değil, yazan biridir. Bir başlatıcı olarak zor olanın başlamak olduğu gerçeğini dayatan bir yazan üstelik… Çünkü başlamak diğer pek çok şeyi de aynı zamanda başlatmak meselesidir. Zor olanı belirlemekte ahmak olan birinin hiç zorlanmayacağı gerçeği onu asıl öfkelendiren ve kayıtsızlıkla toplumun tabu kurucuları olduğu söylemini de güçlendirir. Toplumun bu açıdan büyük bir kesiminin akılla bağlantısız üretim ve üreyişini keskin bir dille eleştirir. Kayıtsızlığın ahmakça ve düşünmeye karşı bir kale olduğunun da altını çizer ısrarla. Dünyanın parçalanmadan önce çok eskiden tek bir kara parçası olduğu günlerde insanlığın tek bir kültürü olduğu gerçeğini de görürüz onda. Neydi tek kültür kaynağımız? Elbette ki feodalite ve onun yasaları altında işleyen insanlığın saçma kanunları. Dünya ne kadar değişse de buna ‘değişim' deniyor orada bir hata var bence; bütün dünyada bütün insan kültürlerinde değişemeyen şeylerden söz ettiği beşlemelerden biri olan "Neden"deki şu sözleri bizim de evrendeki ilkelliğimizi en modern biçimde ifade ettiği sözler olmuştur: "İnsanlarla değil, anneleri tarafından yavrulanmış hayvanlarla karşı karşıyayızdır. Daha ilk aylarda ve yıllarda annelerinin hayvansı cehaleti yüzünden mahvolmuş ve sakatlanmışlardır; fakat bu anneler suçlanamaz, çünkü hiç aydınlatılmamışlardır."

Bir yazan olarak okura en büyük katkısı dil felsefesi ile dogmatik olana karşı bir yaklaşımla durmaksızın kendini geliştiren bir yaklaşımla karşı koyma çabasını metinsel merkezde bir diş geçirmeye çevirmesi sıradan yazma durumunu hep bir yazma olayı kılmıştır. Hiçbir şeye herkes gibi bakmayan, bakarken kendi gözlerini kullanan sıcak bir kalp soğuk bir mantık kıstasından dışarıya hiç çıkmaz. Bazıları konuştuğu gibi yazar. Bazıları da yaşadıklarını yaşadıkları gibi yazar. Bu biraz kendi kendini iyileştirme çabasıdır. Fakat Bernhard yazdıkça hastalığı nükseden bir yazan olarak kalmıştır. Buna neden olansa asla anlayış beklemek değil, kavranış beklemiş olmasıdır. Bu kavranış hâlâ o denli gerçekleşmedi ve buna rağmen o her söylemiyle, her metniyle, kıpırdadıkça topluma şekil ve yön verenleri rahatsız etmeyi başarmış siyasal bir eylemcidir. Bütün apolitikler ve apolitik tavırlar bir hareket ettirici olmadığı gibi mide bulandırıcıdır da. Bir Alfa olarak Thomas Bernhard, içinde kendini tutamadığı her şeyin merkezi olmuştur bir bakıma. Dini otoriteyle geçinemeyen modern bir aziz… Daima doğruyu dile getirmekle mükellef olan. Yanı sıra eğitim sistemini de zalimce eleştiren idealist bir eğitici. İnsanların, ama derin insanların eğitimlerinin büyük bir kısmını tecrübeleri oluşturur. Hatta denebilir ki, eğitim denen teoriler ancak tecrübelerle pratiğe ve oradan da yaşamlarına geçişlerini gerçekleştirir. Bernhard'ın bütün o uç karakterleri böylece hayat bulmuştur. "Sarsıntı" adlı anlatısında ölümden, yalnızlıktan, hastalıktan söz ederken felsefi incelikler kullanan Bernhard pek bilinmeyen bir şair olarak kendini derinlik konusunda göstermiştir. Mutsuzluğu merkeze almış, huysuz ve asi biri olarak da zaten hep bir şair gibi davranmıştır. Tıpkı kurşuna dizilirken bile şiirini bağıra bağıra okuyan İspanyol Şair Federico Garcia Lorca gibi. Küçük yaşta intihar girişiminde bulunan, gençliğini dünya savaşı atmosferinde hasta olarak geçiren ve insanlığa güvenini yitiren Bernhard aslında bugün bu ülkede de her bireyin yaşadıklarını yaşamış bir yazandır. Tarihin tekerrür ettiği gerçeğini düşünür ve kabullenirsek açık gönüllülükle. Böylece yolunu tutturduğu anarşizmi şiirlerine de yansıtmıştır. Onun için edebiyatla ilgili olan bir başkasının görmediği içsel bir süreç kendi deyimiyle de onun için tek var olan ve ona kuvvetlice yön veren tek zaman birimidir. Çünkü yazmaya değer olan başkalarının göremedikleri, görmek istemedikleridir.

Peki, nedir başkalarının görmedikleri, görmek istemedikleri? Elbette ki Cioran'ın da delicesine sarıldığı yaşamın ve öteki olmanın trajedisi. Diğerlerinin çoğu zaman dile getirmekten bile korktuğu pek çok şey. "Beton"da bütün otoritelere meydan okuyan ve onları aşağılayan şu sözleriyle Bernhard'ın hiç de sıradan bir cesaret gösterisiyle yazmayan biri olduğu görmek gerek: "Sayısız dini ve politik kurumlarda bütün dünyada her gün kendi şöhret hırsları içinde tepinip duran insanlardan derinlemesine iğreniyorum. Yüzyıllardan beri durmadan sosyal ilke denilen şeyden bıktırıncaya konuşulması en büyük yalan." Bir düşünür olarak da haklıdır daima ve düşünleri, metinleri bizim ülkemizi düşünüyorum da evrensel olarak da geçerli.