Arkadaş Zekai Özger
TRT Mensubu Genç Ozan
Kendini pek çok konuda bastıran, saklamak zorunda kalan bir insan, toplumun da baskıları altında ona doğru atılacak o son adıma hazır bir mayındır artık. O infilak ettiğinde kendisiyle birlikte çevresindeki her şeyi de havaya uçuracağının farkında değildir oysa kimse ya da bazıları kumu elenmemişçesine kötülükten yaratılmış gibi zevk alır bir başkasının acı çekmesinden yahut ölümüne alkış tutmaktan… Yazan biri en çok da bu yüzden toplumsal dönüşümün hızlı devinimleri arasında açılıp kapanan her devirde sakıncalı bulunmuştur. O devirlerin açılıp kapanmasında etkili olduğu için belki de. Arkadaş Zekai Özger de o şairlerden biri olarak şiirlerinde ölüm ve cinsellikle ilgili unsurları biyografisi ile perçinlemiş çok genç bir yaşta kendi devrimini başlatmayı da başararak henüz o günler kitaplaşmadığı halde şiirinin kapsamına aldığı her konuda tabuları yıkabilen dizeler yazmıştır. Ötekiliğin içeride ve dışarıda maruz kaldığı o büyük ve ölümcül şiddeti dışlanarak da tatmış bir şairdir.
Yalnızım, bunu hep söylüyorum der, Hüzün Mevsimi adlı şiirinde. Art arda iki kere. Çünkü genellikle bir şeyi bir kez söylemek yetmez, içinde ona uygulanan şiddetin, kötü politikaların yansımaları süren biri için. Bir şeyi üçüncü kez söylemekse insanın ölümüne doğru itip açtığı bir kapının sesine benzer. O kapının eşiğinde öylece durup beklemek insanı mahveder. Herkes o kapının sesini duyar ve buna mani olmak için hiçbir girişimde bulunmaz. Bazen bir şarkıyı bile birden çok kere söylemek, dinlemek bu anlama gelebilir sinyaller içerir. Fakat ne o şarkıyı söyleyene eşlik ederler ne de şarkının ne söylediğine kulak verirler. İnsan, başkalarının onun olmasını istediği kişi olmadığında değil, olamadığında -çünkü buna çabalar- şiddetin her türlüsünü tatmak zorunda kalır. Ve bu şiddet bir raddeden sonra toplumsal bir alışkanlık haline gelir. Yalnız olana acımasız olmak gelenekselleşir.
Günler Perişan şiirinde, yırtarak geçiyor kalbimizden / hayatı da törpüleyen zaman dediği günler henüz hiçbir kardiyolog bilmiyordu, kalbin de yırtıldığını, kâğıt gibi kumaş gibi. Sevdadır adlı şiiri, aynı adı taşıyan kitabıdır da. Yıllar sonra Arkadaş'ın basılmasını istediği isimle de basıldı kitabı Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası. Yirmi beş yılı sanki tam yüz yıl yaşamış gibi yazmıştır bu şiiri. Acı tecrübeler en bilgili hocalardan, en köklü okullardan bile daha tesirlidir çünkü bazen. O günler o genç şairin içinde dışarıda olmanın mahpusluğu vardır. İçinde kavuşamamak... İçinde tutsaklığın insanı olmak istemediği yerlere sürükleyen ağrılı süregelişi... İçinde öteki ilan edilmenin altında bir kayanın altında kalmış gibi durmanın sancıları vardır. Biz insanlar, insanların hep içine bakarız. Göğsünün, kalbinin, gözlerinin, aklının, ruhunun içine değil, gömleğinin içine. Memelerine, sakallarına, kadınlığına, erkekliğine... Cinsiyetine bakarız, ideolojisine, cüzdanına, toplumsal statüsüne, tipolojisine. İdeolojisinin ne söylediğine değil! Kimi nasıl sevdiğine değil, kimi sevdiğine bakarız. Anlamayız pek kendi gibi olanı arayıp bulmuşu, kendisinin aynısını bulmuş da ona tutulmuşu. Bizi yaratan zalim mi yaratmış, ne! Hani, "zulüm" de sadece bir kelime ya, çabucak aktarmışız bunu teoriden pratiğe. Sevdadır şiirinde der ki; Elimi tut / tuttururlar, o kadarına izin verirler. O el, o eli hiç tutamamıştır. Tutsaydı da buna kimse izin vermeyecekti zaten. Bağıra bağıra söylemiştir aslında kim olduğunu Arkadaş bu şiirinde: Giyecek çamaşır getirdim sana / adettir diye değil, sevdim diyedir / bağışla, eski biraz / bedenim uygundur diye bedenine / elimle yıkadım, ütüledim / elma ağacında kuruttum.
Bu katı çağın insanın huyu olduğunu daha yirmi beş yaşında biliyordu. Bilmeseydi, hissetmeseydi bunu Kent 16 adıyla çıkardıkları dergide yayımladığı o ilk şiirine Niye Kapalı Kapılarınız – Bulamıyoruz adını vermezdi. Çünkü insan insana durup dururken ben sana elma yerim diyemez ki… Arkadaş'ın pek çok şiiri bugün onun yazdığını bilmeden söyleyenlerin ağızlarında bazen bir şarkı bazen bir türkü. Nasıl öldü, o son anlarında kim bilir neler düşündü. Herkes her şeyi biliyor aslında ama nasıl olur da kimse bilmez, nasıl olur da kimse görmez sözlerin incittiğini, nefretin öldürdüğünü insanı.
Bazı öyküler bazı öykülerin tıpkısı gibidir, birbirlerine öyle çok benzer. İnsanın insana benzemesi başka nedir ki? Aynı göğün altında, aynı duvarlara çarpılıp dura dura. Aynı dönemler dünyanın bir başka yerinde, bu dünyanın bir başka diliyle aynı hayatı aynı biçimde yaşamış bir başka şair de tıpkı Arkadaş gibi çıkmıştır yaşamın dışına. Pier Paolo Pasolini. Bir bakıma Pasolini'nin ölümü de siyasi bir cinayettir. Bana kalırsa, elbette ki çaresi var ölümün, ecelin kendisi bir siyasettir. Bir ülkeden söz ederken bütün dünyayı kastediyorum çünkü. İnsanların ilerleyen yaşlarından gayrı ölümlerine neden olan her şey politiktir. Kanser bile. Aynı ideoloji de bazen öldürür insanı. Kimse yakıştıramaz yeşil parkayı, toplumcu sloganları şiirler yazan eşcinsel bir şaire. Kendi aralarında bir geçimsizliğin kurbanı olurlar insanlar. Bugünlerde gericiliğin bizi gerim gerim gerdiği şu zamanlarda bile aynı çatı altında birbirlerini itekleyen, yuhalayan, aşağılayan ve ille de ben ben kavgası yapan bazı şairler gibi. Oysa herkes biliyor bunu, örgütlenmek bu değil ki…
Benim de bazen soluğumu keser bir bıçak gibi. Böyle böyle içimi bir şey oyar, o oyuntunun yarattığı boşluğu boşlukla bile dolduramam. Şiirinin alıp başını gideceği yerde cinsel yönelimleri, tipolojisi yüzünden ve buna rağmen güçlü olduğu çok belli şairlerin en naif yerlerinden itilip darp edilmesine dayanamam. Çünkü bilirim ben de herkes gibi şairin kabulüne engel olanın cinsel yönelimlerinin, toplumdaki statüsünün, tipolojisinin değil, güçlü dizeleri olduğunu. Hepimiz biliyoruz, kimse istemez kendisinden daha güçlü olanı. Herkesin kendisinden daha iyi olanı, kendisinden daha çabuk parlayanı, daha hızlı, daha zeki, daha yaratıcı olanı taşladığı yere dünya denir. İşte bu dünya o dünya. Trajedi, ortak vatan! İnsanın canını yakan şeyi tırnaklarının altına kadar hissetmesi, bütün duyularının açıldığı halde artık hiçbir şeye tepki vermeyecek kadar yabancılaştığının da göstergesidir. O dönemden bu döneme bu konuda pek bir şeyin değiştiğini de sanmıyorum. İnsanlar Arkadaş'a yapılanları başka Arkadaş'lara da yapıyorlar. Ve ölüm geldiğinde herkes herkesle dost oluyor, sanki onu hiç taşlamamış, dışlamamış gibi. Oysa bir bilseler, ah bir bilseler ellerindeki taşları bırakıp bir gülü de fırlatıp atsalar öldürebilir insanı.
Bir yüzleşme olarak bugün şairin kitaplarının basılması, her yıl onun adına genç şairlere şiir ödülleri verilmesi kadar güzel bir başka şey de var artık. Şairin biyografisine dayalı bir belgesel film. Arkadaş Zekai Özger'in yaşam öyküsünü konu edinen Merhaba Canım adlı Ulaş Tosun'un yönetmenliğini yaptığı belgeselin basın gösteriminde şair hakkında okura da izleyiciye de aktarması güç duygular yaşadım. En yakınlarının bile insanı kendi olmak istediği için yalnız bıraktığını izledim. Mutsuzluk nedir, dışarıda kalmak nedir bir bakıma bunu sanki onunla birlikte ben de tattım. İnsana duyduğu aşkın yine insanlar tarafından hem yağma edilişini hem nasıl tüketildiğini, mahvedildiğini izledim. Öteki olmanın insanlar arasında bir kafeste işkence görmeye benzediğini gördüm. Yalnız bir insanın insanlar arasındaki bir başınalığının tek sığınağı olan şiire yansımalarının insan ruhuna nasıl şekil verdiğini gördüm. Doğrusu toplumdaki bu ön yargıların kırılması için festivallerde bu filmlerin öne çıktığını görmek gerekiyor. Böylece başka bir dünya mümkün çünkü. Belki o günü biz hiç görmeyeceğiz, ama o gün de bir gün mutlaka gelecek. Ötekidir, berikidir demeden herkesin herkesi seveceği gün... İnsanın, insandan da ölümden de korkmadığı gün…
Filmde yer alan sarsıcı fotoğraflardan şimdilik söz etmiyorum bile. Belgesel kesinlikle bir farkındalık üzerine çekilmiş. Öteki ile ötekilik ile temasın sarsıntılı öyküsünü, Arkadaş'ın kendini fark ettiği andan itibaren ölümüne doğru hızlanan yaşamını ve şiirleri üzerinden uğradığı dışlanmayla tattığı acıyı merkeze almış. Bu yirmi beş yıllık uzun uzun uzun yaşamı arşı da titretecek kadar solun muhafazakârlığını eleştiren belgesele adını veren Merhaba Canım adlı şiirin yazılırkenki o meydan okuyuşun aslında "Ne olacaksa olsun artık" diyerek her şeyden bir vazgeçiş ve bir kimlik beyanı olduğunu fark ettim. Bir başka şairin bu isimle yazılmış ve bir dergiden ret almış olmasına tepki olarak yazmıştı bu şiiri. Belgeseldeki deyimle, Merhaba Canım öyle yazılmaz böyle yazılır. Al sana Merhaba Canım!
ve bir gün hiç anlamıyacaksınız
güneşe ve erkekliğe büyüyen vücudum
düşüvericek ellerinizden ellerinizden ve
bir gün elbette
zeki müreni seviceksiniz
(zeki müreni seviniz)
Toplumda ötekilere en çok tepkiyi gösterenlerin oturup Zeki Müren şarkıları dinlemesi ne tuhaf, değil mi? Neyi neye göre, kime göre kabul ediyorlar yetişmek çok güç bunu anlamaya. Daha en başında kim olmak gerekiyor ki, taşlamak için şeytan arayanlardan Tanrı korusun herkesi. Kimsenin cinsel tercihlerini merak etmeyen bir insan olarak edebiyatçıların, diğer bütün insanların bu tarz kategorizelendirilmelerinin ve kategorize etmelerinin son derece yanlış olduğu fikrindeyim. Bu kategorize edilmenin acısını tatmış biri olarak da yazıyorum bunları. Nasihat gibi değil, vasiyet gibi.
İnsanlarla bir araya geldiğimiz yerlerde "Nasılsın?" yerine "Nesin?" sorusu hem aşağılayıcı ve kusurlu. Ne yani Zeki Müren'i sevmediniz mi? Bu güzel manzarada karaçalılar, dikenli otlar da olsun tabii. Çünkü her şeyin ve herkesin yaşamaya hakkı olduğuna hep inanıyorum. Arkadaş'ın Merhaba Canım şiirinde, o günler öngördüğü ve bugün gerçekten de dediği gibi gerçekleşen seveceksiniz eyleminde hep ısrar edeceğim. Bir gün elbette / zeki müreni de seveceksiniz / zeki müreni seviniz.
Yirmi beş yaşında ölen bu şair, dilerim hep yirmi beş yaşında kalsın. Dünya döndükçe de daima akranı olacak genç şairlerle anılsın, yaşasın. İnsan gözlerini bir an yumduğunda değiştirebilir dünyasını. Kim olduğunuzu söylemekten, şiirinizin arkasından durmaktan korkmayın sakın. Korkmayın, çünkü yanınızda hep bir Arkadaş hissedeceksiniz. Arkadaş Z. Özger'i seviniz. Kim bilir belki bir gün siz de şairin yaşamını kaybettiği yerde, Meşrutiyet Caddesi'nin bir yanından aşağıya doğru akan merdivenlerden, geçerken omzunuzda Arkadaş'ın elini hissedeceksiniz. Belki bir gün o merdivenlere "Arkadaş Geçidi" adı verilir.
Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri 14 yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş, Sıkıştır! (Sayılı gün Sonsuz Aşk, yakında yayınlanacak son romanıdır.) yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul şehri dışında İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |