Ayfer Feriha Nujen

06 Eylül 2020

Menekşe Toprak: Kadın yazar en çok kadınlığıyla hatırlanıyor, böyle olduğu için kolayca unutulabilir

"Annemin sesi arıların sesine, Gezi'de, Ankara Garı'ndaki patlamada öldürülmüş olan gençlerin ruhları da onların sesine karıştı"

Menekşe Toprak, içe dönük olmakla beraber içinde herkes gibi başka dünyaları olan ve bu dünyayı başkalarına yazarak açan Yeni Türk Edebiyatı kadın öykü ve romancılarımızdan.

Toprak ile bu hafta yazmak, dil, göç, yeni kuşak yazanlar, kitapları ve ülke gündemine dair söyleştik: 

M.Toprak: Bana hep çok sert ve çorak görünmüş olan bu dünyada, kendimi iyi ve ait hissettiğim, okur olarak da sığındığım evren hep edebiyat oldu. Ama üniversite son sınıfa kadar yazar olmayı hiç düşünmedim, sadece iyi bir edebiyat okuruydum. Arada bir yazmıyor değildim, ama bunlar gizliydi, şiir ya da anıya benzer şeylerdi. Sonra öyküye doğru kaydığımda, yani başkalarına da gösterebilmek üzere kaleme sarıldığımda, epey kötü, taklit öyküler yazmaya başladım. Ankara'da başladı bu serüven, üniversite bitti, işe girdim, devam ettim yazmaya, iki yıl sonra Berlin'deydim, çabam sürdü… Yazdım, yırttım, olmadı, attım. Ama ne zaman kendime döndüm, dürüst olup içimi yakana bakabildim, ilk kitabıma adını veren Valizdeki Mektup adlı öykü çıktı ortaya. Bu dönemime yakından tanıklık etmiş olan hayat arkadaşım şöyle yorumlamıştı bunu: İçerdeki yarayı patlattın nihayet. Ben de diyorum ki şimdi: Bırak, aksın kanı.

M.Toprak: İki ülkede yaşıyorum ama edebiyat dilim Türkçe. Çocukluğumun altı yılını Köln'de geçirdim, onun dışında Türkiye'de eğitim dilim hep Türkçe oldu. Yani Almanya'da doğup büyümüş Türkiye kökenli yazarlardan ayrılır biyografim. Ankara'da yaşarken yazmaya, dilini ve sesini bulmaya çalışan, yolu aslında tesadüfen Berlin'e düşmüş biriyim. Edebiyata olan tutkumu beraberimde taşırken Almanca yazmak aklımın ucundan bile geçmedi. Hâlâ da geçmez. Ben nerde olursam olayım, masa başındaki paralel dünyamla sürdürüyorum hayatı. Tabii şu da var: İlk yayınlanabilir metinlerimi Berlin'de yazdım ancak Türkçe yazdığım sürece dışarıda olmanın bir yük olabileceğini fark edip yeniden Türkiye'de yaşamanın yollarını aradım. Çalıştığım radyonun İstanbul'daki ilk muhabirlik denemelerimi teşvik etmesiyle benim için iki ülkeli bir yaşam kendiliğinden oluştu. Ağıtın Sonu, Arı Fısıltıları romanlarım İstanbul'daki bu yaşamın ürünleridirler. Son bir yıldır daha fazla Berlin'deyim, zaman zaman Almancada radyo haberciliği de yapıyorum, davet edildiğim edebiyat etkinliklerinde Almanca okuyor ve konuşuyorum. Ama ister Berlin'de olayım ister İstanbul'da çalışma masamdaki dil baştan itibaren Türkçeydi, böyle de kalacak gibi görünüyor.

"Göç, insanın bir uzvunu geride bırakması anlamına geliyor"

M.Toprak: Kimse ne gönüllü olarak alışkanlıklarından vazgeçer ne de yaşadığı mekânları, dili terk edebilir öyle kolay kolay. Bu yüzden her türlü göçü hayal kırıklıklarının bir ürünü şeklinde görüyorum ben - ki son yıllardaki göç dalgaları da bunu kanıtlıyor zaten. Göç öyle böyle de insanın bir uzvunu geride bırakması anlamına geliyor. Ben hem bu geride kalan uzvu, hem göçmenin yeni yerindeki yarımlığını hem de bunu birkaç nesil sonrasına devredişini anlattım sanırım, özellikle de Temmuz Çocukarı'nda. Ama derdim sadece bunlar mıydı? Hayır. Ben aslında kendimi kaptırıp bildiğim dünyalardan hikâyeler anlattım, anlatıyorum. Kurgulayarak dünyalar yaratma hazzıyla da anlatıyorum.

M.Toprak: Bugün bir Türkçe romandan ya da öyküden söz ediyorsak, bunu her şeyden önce çeviriye borçlu olduğumuzu kabul etmeliyiz. Geçtiğimiz yüzyılın başındaki romancılarımız Fransızca, Almanca hatta Rusça dillerini bilmeseler bugün hangi romandan söz ederdik acaba? Mesela Madame Bovary'siz bir Aşk-ı Memnu romanı olur muydu? Dünya edebiyatı muazzam bir birikim ve kocaman bir aile benim gözümde. Ama çeviri olmaksızın böylesi bir aileden söz edebilir miyiz? Sorun şu ki: Çevirmene gerekli değeri vermiyoruz. Eğer çok ender çeviri yapıyorsam, bunun en önemli nedeni bu iş için sarf edilen mesai ile ödenen telif arasındaki muazzam uçurum (Hoş roman yazarının durumu bundan farklı değil.). Bu yüzden maalesef kötü çevrilerle, büyük yazarların kötü Türkçeleriyle karşılaşabiliyoruz. Dilimizi korumak ve dile kaliteli metinler kazandırmak istiyorsak, çevirmeni desteklemeli, en azından burslarla, çeviri fonlarıyla ödüllendirmeliyiz.

"Annemin sesi arıların sesine, Gezi'de, Ankara Garı'ndaki patlamada öldürülmüş olan gençlerin ruhları da onların sesine karıştı"

M.Toprak: Arı Fısıltıları, ölülerin gözüyle hayatı anlatsa da tipik bir fantastik metin değil; çünkü ben bir tür, yani tür yazarı değilim. Hoş iyi anlatılmış fantastik hikâyeleri sevmediğimi söyleyemem. Mesela meraklı bir vampir edebiyatı takipçisi oldum hep. Geçmişte bir vampir romanı yazma fikriyle bile oynadığımı, konuyla ilgili birden fazla metnin eski bilgisayarlarda durduğunu söyleyebilirim. Çünkü böylesi fantastik metinler yazara insanlığa dair çok şey anlatma ve tartışma imkânı verir. Arı Fısıltıları bir yanıyla Alevi inancının ve kültürünün ölüm ve doğa ile olan ilişkisini anlatır, çünkü bu roman inançlı bir kadın olan annemin ölümünden birkaç ay sonra, hiç de planlamadığım bir şekilde doğdu. Bir kraliçe arının ölüme karşı direnmesini anlatan bir metin yazıyordum o sıralarda, ama annemin sesi arıların sesine, onların sesine de Gezi'de, Ankara Garı'ndaki patlamada öldürülmüş olan gençlerin ruhları karıştı. Kısaca uzun süredir doğayı/arıları katleden insan üzerine kafa yoruyordum ki, kendi yaşadığım kayıplar beni ölüme, yaşama arzusuna, inanç ve cemaat ilişkilerine götürdü. Sorunuzun başına dönecek olursak, Arı Fısıltıları'ndaki gibi felsefi bir dayanağı olan bir roman da kaleme alsam, ben bir hikâyeciyim, üstelik zamanı yavaşlatan, anı genişleten metinlerin dostuyum.

M.Toprak: Eğer anlatılarımdaki geçmişleri nostalji ile açıklarsanız, buna çok üzülürüm. Çünkü nostalji bana ve kahramanlarıma en uzak kavramlardan biridir, hatta nostaljisi reddeder metinlerim. Bendeki "geçmişler" genellikle kabuk bağlamış yaranın kanamaya başladığı anın hatırlanması şeklinde ortaya çıkar. Eğer Valizdeki Mektup adlı öykümden yola çıkarak nostalji çıkarsaması yaptıysanız, bence bu da sorunlu. Çünkü Valizdeki Mektup tam da geçmişi romantikleştirmeyi, nostaljiyi, diğer bir deyişle geçmişin bir masal gibi anlatılıp algılanmasını sorunsallaştırır. Kısaca, ister Ağıtın Sonu romanımda olsun isterse de Temmuz Çocukları'nda olsun, roman kahramanlarımın geçmişleri önemlidir, çünkü yaşamak isteyen bireylerdirler, bu yüzden de yarayı ilk aldıkları ana dönerler. Geçmişteki yara ise ya ailenin kaybıdır ya sevgisiz geçirilmiş bir çocukluktur ya da toplumsal baskıdır.

"Kadın yazar en çok kadınlığıyla hatırlanıyor, böyle olduğu için kolayca unutulabilir"

M.Toprak: Zaten bilinenin altını çizeyim ben de: Roman okuru daha çok kadın olmasına rağmen, kadın yazarların metinleri daha az okunuyor, erkek romancı daha fazla ciddiye alınıyor… Üstelik bu sadece bizim ülkemize özgü de değil. Almanya'da geçtiğimiz yıllarda yapılan bir araştırmaya göre ödüllerin yüzde yetmiş beşini erkek yazarlar alıyor, medyada en çok erkeklerin kitapları hakkında yazılıp çiziliyor. Bir de şöyle bir durum var: Biz kadın yazarlar en çok kadın meselelerinde hatırlanıp aranıyoruz. Diyelim ki bir dergi "kadın cinayetleri" konulu bir dosya hazırlıyor, hop, kadın yazar geliyor akla. Sanki kadın cinayeti bir erkeklik meselesi değilmiş gibi. Ya da "8 Mart Kadınlar Günü" yaklaşıyor, söyleşi teklifi geliyor. Sanırım bizim toplumda kadın yazar en çok kadınlığıyla hatırlanıyor, böyle olduğu için kolayca unutulabilir de.

M.Toprak: Öncelikle, düne kadar genç yazar sayılırken şimdi gençlere önerilerde bulunan yazar kimliğine alışmam gerekiyor. Demek istediğim, yazarlıkta yaşın önemi yok, metni kabul görmüş, keşfedebildiğim her yazar çağdaşımdır. Sabırla yazan, yazıyla pişen sonunda mutlaka kabul görür. İlk kitabım basıldığında otuz yedi yaşımdaydım. Ama o kitaba gelene kadar pek çok metni çöpe attım, çok kötü öyküler yazdım, sebatla kendi sesimi bulmaya çalıştım yine de. Yazar adaylarına aynı şeyi önermekten başka bir şey gelmez elimden. Bir de bana ulaşıp metinlerini gönderen gençler oluyor. Bunlardan bazılarının tavırları karşısında hem çok çaresiz kalıyor, hem de umutsuzluğa kapılıyorum. "Özür dilerim," diyor mesela genç yazar adayı. "Kitaplarınızı henüz okuyamadım maalesef, fakat size öykülerimi göndersem, okuyup fikrinizi söyler misiniz?" Böylelerine önerim, nezaket gereği bile olsa, bunu yapmamaları. Eğer görülmek ve bilinmek istiyorlarsa sebat etmeleri, çok okumaları, yazmayı sürdürmeleri ve hiç değilse beğenisine başvurdukları yazarın kim olduğu, nasıl yazdığı konusunda bilgi sahibi olmaları.

"Edebiyat, tıpkı felsefede olduğu gibi görülmeyeni sarih hale getirmedir"

M.Toprak: Edebiyat bana göre saf hikâye anlatmak değildir, metnin felsefi altyapısını, tartıştıklarını, ufkunu, her şeyden önce de büyüsünü önemsiyorum. Çünkü bence edebiyat, tıpkı felsefede olduğu gibi günlük hayatta anlatamayacağımızı anlatması, görülmeyeni sarih hale getirmesidir biraz da. Edebiyat metnindeki bilgelik biraz da felsefeye yaklaşmalı bence. Ama buradaki en önemli şey bilgeliğini bağırmadan, üstenci bir tavır takınmadan metnin doğallığı içinde koruması. Toplumla, insanlığın kültürel birikimiyle iletişim içinde olan ve bunu tartışabilen sahici ve dürüst metinlerin kalıcı olmaması için bir neden yok.

M.Toprak: Edebiyat bana hep iyi gelmiştir, çocukluktan itibaren. Edebiyatla terbiye edilmiş insanları da önemserim. Çünkü edebiyatın bir bilinç yaratma gücüne sahip olduğuna inanıyorum ve eğer bir katkım olacaksa içinde yaşadığımız topluma, böylesi bir bilince katkıda bulunmayı dilerim kendim için. Elimden geleni de bu daha çok. Çünkü aslında mizaç olarak fazla sosyal değilim, günlük siyasetle ilgilenmeyi sevmiyorum. Kendimi özgür hissettiğim, içten ve dolaysız olabildiğim alan burası, edebiyat alanı. Tabii bir yandan da etrafımızı saran ve bizi çaresiz kılan kötülüğe karşı bir çeşit bıkkınlık var. Bazen kendimi tutamayıp sosyal medyada öfkemi dışarıya vurduğum da oluyor. Bu konudaki genel hissim: Çaresizlik.

"Gündelik yaşamımda her anım yazıya odaklıdır"

M.Toprak: Müziği ne yazarken ne de okurken dinleyebilenlerdenim. Ancak ara vermek, dinlenmek, bazen de yazıdan kaçmak için açarım müziği. Tabii müzik çalarken ben yeniden yazmaya başlamış ve onu unutmuşumdur, o başka.

Bir de, geçen yıllarda, bir söyleşide yazı ritüellerimden söz ederken, üç vazgeçilmezimi saymışım: "Yalnızlık, sessizlik ve sigara". Bunlardan ilk ikisi hâlâ yerini koruyor. Sigarayı iki buçuk yıl önce bıraktım. Aylarca gerçekten de yazamadım ama sigaranın egemenliğinden kurtulduğumdan beri yeni alışkanlıklar edindiğimi görüyorum: Eskiden gece yarısından sonra çalışmayı yeğler, bazen günün ilk ışınlarıyla yatağa giderdim. Şimdi ise güneşten önce uyanmayı alışkanlık haline getirmeye başladım. Yine de aslında gündelik yaşamımda her anım yazıya odaklıdır. Araya giren radyoculuk işim, bazen çeviri, hayatın buyurduğu diğer sorumluluklar hep bir engel olarak görünür gözüme. Neyse ki sekiz saatlik mesaiyi gerektiren bir işim yok, bu yüzden bazen günlerce yazıya hiç giremesem de bazen de günlerce sadece metinlerime odaklanabiliyorum.

M.Toprak: Bir şiir dizesi değil ama Paul Auster'in bir ifadesini çok yakın hissederim kendime. Kış Günlüğü adlı kitabından alıntıladığım bu sözü ben de yazmış olabilirdim: "Hiç kuşkusuz sakat ve yaralı bir insansın, ta baştan itibaren (Yoksa ne diye bütün ömrünü sayfaların üzerine o yaranın kanını akıtırcasına sözcükler dökerek geçiresin?)."