“Hiçbir yararı olmayacağını bile bile insan kalmanın çok önemli olduğunu düşünüyorsan, onları yendin demektir.”
-George Orwell
Amin Maalouf
Bir yerde rast gele bir tweet okumuştum, şöyle diyordu, kendini Rabbine teslim olmuş sanarak özgüven patlaması yaşayan ve Amin Maalouf’un son kitabında dediği gibi “kibirli, bencil ve aklı küçümseyip eşitsizliği besleyen köhne bir ideoloji” ile kişi, “Ben matematiğe inanmıyorum. Rızka ve nasibe inanıyorum.” Ne yani rızık ve nasip de bir matematik değil mi? Onlar batini bir şekilde daimi mi? Yoksa her şey sadece insanın Tanrı’dan üstün bir iradesi varmış gibi çabasına bırakılmamış mıydı? Âdem dünyaya indiğinde, “fırlatılıp atıldı” demeyeceğim yine de, bir aslanın bir ceylanı parçaladığını görmüş. Demek ki, hayvanlar dünyada insandan evvelce varmış, fakat dünya neredeyse hiç tahrip olmamış ve yıkılmamış. Bir filin bile kırdığı dallar kırıldıkları yerlerden yeniden filizlenmiş. Yani öyleyse insan, ait olmadığı bu yere gerçekten de matematik ve mantık dışı bir sürgüne gibi mi gelmiş?
“Âdem, aslanı ceylanı parçalarken gördüğünde, karnını nasıl doyurması gerektiğini mi yoksa insan türünün dünyayı tahribata nasıl katkı sağlaması gerektiğini mi öğrenmiş?” gibi soruların yanıtları Amin Maalouf’un “Labirent / Batı ve Hasımları” adlı kitabında. O inanılmaz matematik de orada. “Fakat bu matematik kimin matematiği?” sorusunun yanıtı da… İlk sürgün, ilk hamle, doğmakla başlıyor elbette, sonra kıta kıta saçılan insanlar arasında kopuşların, itilişlerin, terk edişlerin, yok edişlerin bir sonucu olarak sürüp gidiyor, nesil devir değişse de bu değişmiyor. Kavimler göçü biçim değiştirmiş, sürüyor. İnsan bugün sadece biraz daha sıhhî koşullarda ölüyor. Her dönemde dile gelen “dünyanın önündeki tehlike” cümlesinin doğrusu, “dünyanın içindeki tehlike” diye düzeltilmeli bu nedenle. Yani insanın kendisi… “Kâinat” denen boşluk denizinde dünyayı bir taraftan öbür tarafa batırıp çıkaran insanların fikirsel değişimlerinin bir sonucu olan kutuplaşması kadar durdurulamaz bir hale gelen düzensiz göç biçimleri de aynı zamanda. Yani “tarih”in yazıla gelişi gidişatının da habercisi tabii. Çok bilinmeyenli bir denklem gibi görünse de, bunlar da bu matematiğin bir parçası. Dengeyi bozmadan dengede duramayanların dünyası… Bu dünya, “tarih”in üzerine onun dayandığı, bir zamanlar yaşadığı belgelenmiş tanıklar, kaynak ve gerçek kişilere dayanan kaynaklar dışında büyük oranda sözlü ve kaynağı belirsiz mitolojiye sırtını dayamış bir süreçten ibaret olmasının yarattığı bir düzenle kaim olan, parmağına bir halka takınca kendini Süleyman sanıp gücü ellerine geçirmeye çalışanların dünyası… Amin Maalouf da bu düzenle insanı ipe, kurşuna dizen bu düzene karşı yazan birisi.
Maalouf, “Labirent” kitabındaki ithaf kısmında şöyle diyor, “1921’de Mısır’da doğup 2021’de Fransa’da vefat eden anneme.” Maalouf, bu ithafla “hem Batı’nın hem Doğu’nun bir parçası” olduğunu mu ima ediyor, yoksa sürgün, kaçış, kopuş, insan dalgalarının insanı bir başka kıyıya çarparcasına vuruşundan mı söz ediyor? Bütün kitaplarında olduğu gibi bu kitabında da nerede doğduğun gerçeği, kim olduğun ve kim olarak öldüğün yer kadar önemli bir hale geliyor. Bunu belirleyen bu çünkü… Maalouf, kendisine muhalif mecraların yorumladığı gibi “Batılı” ya da “Doğulu” bir imajla hareket etmiyor. Maalouf hakkında bir şeyler söylerken ya da yazarken, yazarın külliyatına hâkim olmak kadar doğduğu toplumun yapısına, diline, kültürüne de hâkim olmak gerekiyor. Birçokları Doğu’yu oldum olası çok ilkel hayal etmişlerdir, oysa Doğu bir zamanlar bir ışık bahçesiydi. Maalouf’un ilk hızlı çıkışı da olan ve Türkiye’de ilk kez 1997’de Ali Berktay’ın çevirisiyle yayınlanan “Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri”nde de kullandığı teknik ve yaklaşım, dil ve kültürle ortaya çıkan toplumsal kimliğin Tarih içindeki biçimlenişi olmuştu. Türkiye’de nitekim böyle bir kitap yazarsanız, kendinizi gömersiniz, çünkü zaten yazamazsınız. O ışık bahçesinin karanlığa gömülüşünün nasıl gerçekleştiğini yazarken, Haçlı Seferleri’nin galibi olmalarına rağmen bilimsel, siyasi, ekonomik ve kültürel olarak Arapların neden içlerine kapandıklarını ve hızlı bir gerileme dönemine saplandıklarını da dile getirdiği kitapta “ötekinin gözünden” bakmak, onun diliyle, onun kültürüyle Tarih’i kavrayabilmenin neden önemli olduğu konusuna da değinmiştir, anlamsal olarak da...
Maalouf, farklı kültürlerin, dinlerin bir arada olduğu bir toplumda dünyaya geldi. Dünyanın tek başına bir tek toplum olduğu konusunda birleşebilseydik eğer, dünyanın neresinde nasıl bir hayat yaşarsak yaşayalım, zaten hepimiz birbirinden çok farklı dillerin, kültürlerin bir arada olduğu bir toplumda yaşıyoruz, ama insan aynasında sadece kendini görmek istediği için bütünü değil, parçada tesirli olsun istediği şeyi görüyor. Bütün farklılıkların farkında ve onlara saygılı olmakta ısrar eden Maalouf’u içinde yer edineceği, yaşayacağı hiçbir topluma yabancı kılmayan da bu. İnsanın zihniyet ve fikir dünyası okuyup yazdığı konular kadar yaşadığı, mensubu olduğu toplumun da etki haleleri içinde gelişir ve değişebilir de. Bu değişim birçoklarını köle kılsa da Maalouf’u “dünya vatandaşı” yapmıştır. Sadece bir yazar olarak değil, duyguları olan bir insan olarak da “Ölümcül Kimlikler”, Afrikalı Leo”, Doğu’dan Uzakta” gibi birçok kitabında da diplerine kadar işlediği “aidiyet” ve “kimlik” temalarının altında yatan hasret duygusundan da kopmamış bir “yazan insan” olmasında bunun büyük payı olması, onu dünya edebiyatında ve ortak toplumsal paydada “dünya vatandaşı” yapacak güçte tecrübeler sahibi yapmaya yetmiştir… Bu tecrübelerin onu dünya edebiyatında kendine yer bulmuş güçlü bir yazardan çok insanlığa hizmet eden fikirler işçisi olduğunu ve bunun için gerçekten çabalayan bir insan olduğunu Orçun Türkay’ın Türkçeleştirdiği iklim krizinden, çıkarcı politikaların tetikçisi olduğu sosyoekonomik krizlerden doğal felaketlere geleceğin de bir izleği olan “Çivisi Çıkmış Dünya”da kurduğu şu cümlelerden de anlamak mümkün bittabi:
“Bu kitabı yazmamdaki amaç, geç kalındığını, ama çok geç kalınmadığını söylemek. Çöküşü ve gerilemeyi önlemek amacıyla bütün gücümüzle harekete geçmemenin bir intihar, bir suç olduğunu söylemek… Düşünce ve davranış alışkanlıklarımızı kökünden değiştirme, hayali gerçekliklerimizi kökünden değiştirme ve öncelikler ölçeğimizi yeniden oluşturma cesaretinin gösterilmesi gerektiğini dile getirmek.”
Maalouf, birçok eserinde sadece “tarih”i akış içinde insanın maruz kaldığı baskıların yok edişinden değil, medeniyetler çatışmasının öncülük ettiği tehdit politikalarına karşı da hoş görülü üslubunu hiç kaybetmedi. Bunu “Labirent”te de görüyoruz. “Herkesin olsun” istediği özgürlüğü, eşitliği sadece kendine saklamamış. Onun doğuştan sahip olduğu sınıfın üstünlük anlayışına da karşı bir yazar olduğunu ve bunda samimi olduğunu da yazdığı metinlerdeki düşün ve eylemlerini reel hayatında da muhafaza ettiğinin içerdiği samimiyeti de göz ardı edemeyiz. Yüzünü ne Batı’ya, ne de Doğu’ya dönmek yerine yüzünü göğe döndürdüğünü ve kalemini tutarken sadece insanlığın tarafını tuttuğunu “Labirent”deki önsözünde medeniyetler, kültürler, dinler, diller, kimlikler üzerinden süren “Küresel Hegemonya Savaşları”nı özetlediği şu sözlerden anlayabiliyoruz:
“…insanlığın başında mutlaka hegemonik bir gücün bulunması gerektiğini sanmak ve bu gücün kötünün iyisi olmasını, bizi en az küçük düşürüp boyunduruğu en hafif gelecek güç olmasını ummakla yetinmek doğru bir yol değildir. Hiçbiri – ne Çin, ne Amerika, ne Rusya, ne Hindistan, ne İngiltere, ne Almanya, ne Fransa, hatta ne de birleşmiş Avrupa- bu kadar ezici bir konumda bulunmayı hak etmiyor. İstisnasız hepsi, ne kadar soylu ilkelere sahip olurlarsa olsunlar, kendilerini kadir-i mutlak bir konumda bulurlarsa, kibirli, yırtıcı, zorba, nefretlik bir çehre takınacaklardır.”
Amin Maalouf
Onun edebiyatının elbette çocukluk ve ilk gençlik dairesi içinde tanıklık ettiği ve silah tutmaktan kaçınmak için evinin bodrumunda saklandığı, pencereden dışarıya baktığında sokağında cesetler gördüğü Lübnan İç Savaşı’nın, göç deneyimlerinin, sadece doğmuş olmanın değil, göç sonrası kimlik arayışları arasında insana özgü meselelerin kendisinde yarattığı düşünceler ekseninden de şaşmamıştır. İnsan için önemli olanı yazdığı birçok metinde, verdiği demeçlerde kimlik, aidiyet, Tarih, bellek, kültür ve çatışmalar, savaş ve barış kavramları arasında aşkın, insanca yaşamanın asıl olduğu düşüncesine bağlılığını ve inancını da hiç kaybetmemiştir. Aslında “Labirent”in girişindeki ithaf da bu anlama gelir sadece. Doğup ölmenin arasında cereyan eden her şeyin bir sonuç olduğu sadece... Fakat bu matematiğin kimin mantığına dayandığı konusuna itirazlar da etmiştir. Maalouf için “estetik kaygısı yüksek sanat eserleri yaratmak için yazıyor” diyemeyiz bu yüzden. Evet, kaygılı bir yazar, ama eser yaratma kaygısı olan bir yazardan çok erdemlerin ve insani değerlerin, evrensel ahlak anlayışının alacağı korkunç biçimin insanlığın gidişatına vereceği köleci, tüketici ve kıyıcı biçimden dolayı kaygılı bir düşünür.
Lübnan İç Savaşı
Bütün bu kaygılarını “Empedokles’in Dostları” kitabında da görürüz. Erdemin, ahlakın neden gerekli ve değiştirilemez davranışlar olması gerektiğini de. Birçok kitabında, denemesinde, düşünce yazılarında Tarih’e geriye doğru ketler vururken, bunu geçmişteki hataların ve işlenmiş suçların telafi edilmeyişini gelecekte tekrarına karşı düşünlerle yapar. Romanlarının denemelerinden, düşünce yazılarından kopmayan bağı da bu büyük meselelere inatçı çelik halatlarla bağlı olması oldu hep. Diğer kitaplarıyla da zaten bizim edebiyatımızda da büyük etki ve toplumuzda hâlâ aklı başında bir kitle edinmiş olan Maalouf’un her kitabında ve her kitabının her satırında bu kopuşun insanda yarattığı biçimi görmemek, düzene biat etmiş bir hayvan kılar bizi sadece. İnsanı değiştiren güçlerin yanında, insanın “güç” denen şeyin nasıl karşılığı olduğunu da hemen hemen her metninde dile getiren Maalouf’u kimi zaman altyapısı neredeyse yok eleştirilerin hedefi haline getiren de bu.
Maalouf, çocukluğumun, bütün ilk gençliğimin yazarı oldu hep. Doğrusu, ben onu sadece bir yazar olarak da niteleyemem. Yazılanlarda yazanın hayata bakışı, onu değerlendirme biçimi kadar kendisini de görmek gibi prensiplere sadık kaldığı ve buna sadakatini hiç yitirmediği için de benim için hep çok önemli biri oldu. Yabancı yazarların yerli yazarlardan daha iyi olduğunu söylemiyorum tabii, ama birçoğunun bizim yazarlarımızdan daha mantıklı düşündüğü ve düşünürken bir kasabalı gibi uyanıklığın lambalarını söndürüp yakmakla vakit harcamadıkları bir gerçek. Bir anlık bir görüntünün içinde belirmek için kendilerini kadrajlara çarpıp durdukları da. Batı ve Doğu arasında kalmanın verdiği kafa karışıklığının bugün kültürüne de diline de yansıdığı bizim toplumuzda yazarlarımızın tek amacı bir sınıfın, ama yukarıdaki bir sınıfın mensubu olmak oldu. Yazdıkları gibi olamamanın yanı sıra birçok konuda yel gibi esip giden, fütursuzca uçuşan ve bu yüzden çabuk unuttukları ve sanırım çoğu zaman kendi söylediklerinin de ne almama geldiği konusunda bir derinlikleri olmadığı için birçoğu bende sadece zamanın sildiği bir siluet olarak kaldı. Maalouf, “Labirent”le dünya tarihin bugününü ve yakın tarihinin kanlı ve kısa tarihini özetlerken, sadece büyük dünya düzeninin değil, bu düzenin daha aşağılarda kurduğu diğer küçük düzenlerinden de söz ediyor. Yazmak da yazarlık da bu nokta önemli.
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |