“Nereye gideceğini bilmiyorsa eğer, nereye gider bir insan?”
-Jenny Erpenbeck
Okurun aradığı şeyle yazanın yazdığı şey denk geldiğinde birbirlerine, isimsiz, görüntüsüz bir boyut kapısı açılır çoğu zaman. Yeni bir zaman, yeni bir çağ, eski zamanlara, eski çağlara dayanan. Borges gibi Melih Cevdet Anday’ın, Kürşad Oğuz’un da farklı biçimlerde ifade ettiği, “zamanın geçmişten geleceğe değil, gelecekten geçmişe aktığı” gibi. Orada sonsuz bir hayat ya da haz arayışının karşılık bulduğunu bir düşünsenize, insanı en bıktıracak şey bunların gerçekleşmesidir belki de. Sonu olmayan bir şey başka hiçbir şeyi yeniden başlatamaz çünkü. Yeni başlangıçlar olanağı tanımayan bir şey de kendini tekrar etmekten başka bir olanak sağlamayacağından sonsuz hayat ve haz yerine çok değişkenli ve karmaşık bir hali olan melankoliyi tercih ederim ben, ama bu konuda önemli bir ayrıntı var… Melankoli, paramparça bir akıştan ibarettir. Yani parçayı önemsemedikçe onun bütününe hâkim olamamanın yaratacağı bir yazar profili çok sağlıklı bir insan profili de olmayacaktır. Melankolide insanı parçalara yoğunlaştıran derin kaygılı o halin gönye genişliği elbette bir insanın kaldıramayacağı kadar çok konuda düşünmesine de neden olacağı için, içinde bulunduğu durumdan telaş ve panik içinde kurtulmaya çalışmaktansa, ona hâkim olabileceği biçimde ona yoğunlaşması en doğrusu olacaktır. Çok güç ve kabiliyet isteyen bu durumu Kürşad Oğuz’un “Kaçak Yazarlar” kitabında ele aldığı yazarların intihar etme ya da kendilerini ölüme teslim etme hikâyelerinin biçimlerinden doğal yaşam biçiminin ve onu biçimlendirenin neden önemli olduğunu görmek mümkün, ama önce Kürşad Oğuz’un kim olduğunu bilmek lazım belki de.
Oğuz, bir medya çalışanı olarak anılsa da çoğunlukla, yazarlarla yaptığı “nehir söyleşiler” bağlamında da bugünün ve yarının “edebiyat tarihçileri” arasında rahatlıkla ismi anılacak bir yazar. Toplumumuzun onu sadece bir yazar, medya çalışanı, gazeteci olmasının dışında takip etme, okuma, izleme sebepleri arasında ilk sırada olması gereken şey, yaşadığımız çağın dünya çapında yaşayan özellikle yabancı yazarlarla yaptığı geleceği öngören ve böylece gelecek şoklarıyla geleceğin nasıl biçim alacağına dair fikirler veren, ufuk açıcı söyleşileriyle gelişimle değişimin aynı şeyler olmadığı konusunda sosyal olayları tarafsız bir tarihçi ya da sosyolog gibi yorumlayabilen ve bunu yaparken de toplumu etkilemekten ziyade dürten ve tabii bu yüzden de bazı mecralarda geriye çekilen, haksızlığa uğrayan, ama yılmayan biri olması olmalı… Gazeteciliğin, “televizyon” denen propagandacı varoluş biçimini bilirsiniz, size verilen metni sizden istendiği gibi okumazsanız oralarda haliyle barınamazsınız. Birçok gazetecinin uğradığı mobinglere, kanal içi aşağılayıcı sürgünlere maruz kaldığı bir sır değil. İktidarların yarattığı iktidarlar bunun içindir. Yiğitliğine durup şapka çıkarırım ki, HaberTürk’ten ayrıldığını duyurduğunda “Düşürüldüm demekten utanacak değilim” diyen bir gazeteciyle aynı çağda yaşıyor olmaktan da ayrıca kıvanç duyarım. Kitaplar hakkında yazarken, yazdığım bu yazılarda birden beliren bu paragrafları elbette ben yazıyorum. İnsanın gördüğü, bildiği şeye tanıklık etme borcu var. Topluma, tarihe borcunu ödemeyenlerin bugün bedel ödediği günlerden geçiyoruz ve ne yazık faizini ödemekten ana borcu bir türlü kapatamıyoruz. Fakat bu tefeci düzenin de elbette bir sonu var. Düzenin başındakiler de bunun farkındalar. Bu kaos ortamını yaratan da bu farkına varış değil mi zaten? Bazılarına şevk, bazılarına melankoli veren bu gidişat elbette insanın ne tarafta durması gerektiği konusunda bilinç sahibi yapıyor bizi... Kürşad Oğuz, “Kaçak Yazar”ların önsözüne şöyle başlıyor:
“Yazarın, entelektüelin doğal olarak bir melankoli içinde yol aldığı; bunun kurtulunması gereken değil, beslenilmesi gereken bir ruh hali olduğu katıldığım bir görüş. Bu bilinç, doğal olarak tüm ömür içine sindirilmiş bir son beklentisini beraberinde getiriyor. Benim sevdiklerim, bu bilince sahip olanlar, böyle yazanlar.”
Kürşad Oğuz
Oğuz’un bu sözleri, onun da Borges gibi yaşayarak ölmeyi seçtiğini gösteren de bir metin. “Kaçak Yazarlar”ın ortaya çıkmasında Attila İlhan’ın “Bir yazar ilk kitabında kendi hayatını yazıyorsa, ona yazar denmez, okumayın” tespiti olsa da yazarların, aklımızda metinlerinin bizde yarattıkları kişiler olarak kalmaları dışında yarattıkları etki, bizzat hayat hikâyelerinin kendisidir. M.Ö. 35 yıllarında Romalı bir şairin söylediği ve Marx’ın da tekrarladığı gibi “Quid rides? De te fabula narratur.”* Yaşadığım da öyle! Bir edebi eseri edebi eser yapan içerdiği estetik kaygı değildir sadece. Onu estetik yapan dilin nasıl kullanıldığı kadar o dille nelerin nasıl ifade edildiğidir de. Konuştuğu gibi yazanların sahihlik sermayeleri de elbette kendi hayatlarıdır. Bu yüzden kaçarak yaşayanlar “yazar” olmak için değil, yazmanın yaşamanın bütün boşluklarını dolduracağını bildikleri için yazmışlardır. Yerli ya da yabancı yazarlar hakkında onların metinlerini okuduğumuzda kapıldığımız ilk izlenimlerin uçup giden sentetik maddeler gibi bir his vermesinin bir nedeni de bu. Dil ile yaratılan illüzyonla aslında ne söylendiğini anlamıyor olmamız. Sesler metnin üstünü örtüyorsa, zaten yazar da ne anlattığını bilmiyor, sadece bir görüntü yaratmak için yazıyor demektir. Yaşantı biçimleriyle ne kadar anlaşılmaz olsalar da birçok yazarın anlatmaya çalıştığı şeyin idrak edildiği an, o metinleri okuyanların zihnilerine format atan bir metin düşünsel manada koku alma yetilerini birden devreye soktuğu için en estetik metindir bu yüzden. Koku alma yetisini yitirenlerin duyu ve görme kaybı yaşamaları da an meselesidir çünkü. Bu yüzden ben bazı yazarlarla yan yana geldiğimde -gelmemeye büyük özen gösteririm- birçoğunun üzerinde bir buhur gibi havalanıp etrafa dağılan kan kokusunu duyarım.
Bu kan kokusu, onların kendi kan kokusu değilse, ebeveynlerinin üzerlerine sıçrattıkları kanın kokusudur. Bir yazarın ebeveyni bir anne babadan çok onları acıyla yetiştirip hayattaki ve hayattan sonraki yerlerine de yerleştiren toplumun kendisidir. Bizim Halikarnas Balıkçımız gibi. İkinci Dünya Savaş’ında askere alınan ve iyi derece Fransızca ve Almanca da bilen bu yüzden savaş tutsaklarını sorgulamakla da görevlendirilen, fakat savaş sonrası reaksiyonlara maruz kaldığı yıllarda kızına yazdığı bir mektupta Salinger bu kokuyu şöyle tarif eder, “Ne kadar yaşarsan yaşa, yanık et kokusunu burnundan hiçbir zaman tam olarak sökemiyorsun.” Bu yanık et kokusunun insan eti olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Hiçbir ses gibi hiçbir koku da yeryüzünden silinip gitmez. Her şey yer değiştirir, hiçbir şey kaybolmaz. Söylenmiş, yazılmış sözler ve son bulmuş insan hayatları da öyle.
Ernest Hamingway
J. D. Salinger
Bazıları dışarıdaki hayatı içlerinden çıkamadıkları, çıkmaya korktukları o fanusun içine çekmeye çalışırlarken, bazıları da dışarıya çıkabilmek için kırarlar. Bizi, o metinleri okumaya çağıran da bu değil midir zaten? Fanusun kırılma sesi… Bir yazarın bir karakter yaratırken sosyal ve toplumsal yapıyı gözlemleyerek bir durum hakkında tasarlayıp ortaya koyduğu sahneler hakkında yaptığı yorum da kendi hayatına dayanır az çok. Yazdıkları her satır, bir kısmı bu düşünlerin ve durumların onlarda yarattığı psikolojik yanlarla birlikte ve dahi, kaçınılmaz olarak hayatlarının bir parçasıdır. Her metin yazarların yaşadıkları o günün koşul ve beklentilerine dayanır ve onlardan beslenirler. Bir anlatıdan, bir şiirden tutun da geleceğe ve suç örüntülerini içeren bir polisiye ya da bilim kurgu türünde yazılmış yüz yıllar sonrası üzerine kurgulanmış bir metin bile. Yazanların ayrıca bir hayal dünyaları, akıl ya da zekâ kapasiteleri yoktur. Önüne bakan, önünü görür. Bir şeyin farkına varmak için ya durmak ya da insanın yolunun kesilmesi gerekir. Bir kitap için söylenmiş şu söz, insan için de söylenmiş sayılmalı “Fîhi Mâ Fîh.”
Onlar sadece birçoklarının kaçtığı şeylerden kaçmazlar. Onlar aslında yaşadıkları dönemin kendilerinde yarattıkları kişiliklerinden, düşüncelerinden kaçarlar. Yazdığı hikâyenin film olarak gösterime girdiği gün hayatı da tasarladığı gibi bir sonla biten Boris Vian ya da hayatı boyunca edebiyat ve sinema dünyasına sarsıcı yapıtlarını feda ederken, o dünyayla müthiş bir oyun da oynayan ve bunu da intihar notunda belirten Romain Gary gibi. Onlardan da kaçan herkes gibi… İntihar, haklılığın ilanı gibi durur hep, ama haklı olanı öldüren haklılık bence hiçbir anlama gelmez. Böylesi kaçamayanların da bundan çok farklı bir sonları yoktur. Sadece daha uzun süren bir intihar girişimi olarak son bulan başka hayatlar olarak kalırlar. Oğuz’un kaleme aldığı yirmi iki yazardan ikisi hariç diğer yazarların yarısının diğer yarısıyla en belirgin ortak özellikleri savaş yıllarında doğanlarla savaş yıllarında ölmüş olanların tarihi bir noktada kesişen yollarda birbirlerine tanıklık etmiş olmalarıdır da yaşadıkları günün tanıdığı oldukları kadar. Dünya Savaşı’nın dünya edebiyatında yaralamadığı, ölümüne zemin hazırlamadığı yazar neredeyse yoktur. Dünya Savaş’ının bugün bile yankısı yükselerek kendini tekrar etmekte. Çünkü pek çok şey bir ile başlar. Fakat bizim sanatımızda yankılanan -buna ne kadar sanat denirse artık- tek şey sadece kendi güvenliğini ve konfor alanını koruyabilmenin mücadelesini verenlerin tekelinde yaratılan gündemin sesi. Dolayısıyla sanat onların, suç ve ceza daha aşağıdakilerin nimeti olarak vücut bulmakta…
Boris Vian
Romain Gary
Oğuz’un kitabında ilk değindiği ve “suçun insanlara değil, koşullara bağlı olduğunu anlattığı “Yetenekli Bay Ripler” kitabın da yazarı olan ve “polisiyenin yalnız kraliçesi” olduğunun altını çizdiği, içine kapanıklığın bir dehaya dönüştürdüğü ve hayatının sonunda kan kanserine teslim olan yazarlardan biri -bence benim de ruh eşimdir kendisi, kedilere düşkündür, çünkü gerçekten de kediler soru sormazlar- Patricia Highsmith… İnsanın hayata bağlılığı esasına ve mücadelesine dayanan “Yaşlı Adam ve Deniz”in de yazarı olan, ama bütün hayatta kalma mücadelesine rağmen kendini buna ikna edemediği için uzun bir hayatın sonunda kendini av tüfeğiyle vuran Ernest Hemingway… Yaşadığı dönemin en çok aranan isimlerinden biri de olduğu halde gözlerden kadrajlara kadar görünmeden yaşamayı seçen ve Dünya Savaşı sırasında Hemingway’la mektuplaştığı yılları sonra daha da çok özleyen Salinger’den, ölümün cazibesi ve ötelenişi üzerine hayatı boyunca sözler edip bir trafik kazasında ölen, ki muhakkak kendi ölümünden çok kaza sonrası cebinden çıkan tren biletini kullanamadığına daha çok üzüleceğine dair içimde bir his taşıdığım Albert Camus’ya kadar birçok yazarın kendilerine has yaşam ve yazı hayatlarında ortak etkenler onların neden “Kaçak Yazarlar” olarak nitelendirildiğini açıklamaya yeter. İnsan toplumunda sıradan bir insanın ölme biçimine tutulmayan merceklerin gösterdiği, yaşarken ya da öldükten sonra “sanatçı” kimliğiyle öne çıkardığı, insanların ölme biçimleri de yine geniş ölçekli bir ifade ile dünya düzeninin şekil verdiği ölümlerdir.
Kürşad Oğuz ve Amin Maalouf
Kürşad Oğuz ve Amin Maalouf
Albert Camus
En büyüğünden en içerideki küçük bir iç savaşa, evde ellerinde yetiştiğimiz insanların yaşam biçimlerinden, disiplin anlayışlarına kadar şeklini aldıkları düzene itaat edenlerin en gevşek halleriyle bile üzerlerimizde kurmaya çalıştıkları baskı ve sorumluluklarının da ortak bir payda olduğunu “Kaçak Yazarlar”daki birçok yazarın hikâyesinde de görüyoruz. Highsmith, Salinger, Borges, Hemingway ve Camus gibi kitapta anlatılan birçok yazarın hayatlarında kendilerinden daha muhafazakâr ya da tam tersi bir biçimde varoluşlarının benzerliği içlerinde yaşadıkları toplumun biçim alma hızı ve insan profilleri açısından da kaçmayı gerektirecek kadar kötüydü. Bu kötülüğün insanı elbette hazin bir sona sürüklemekten başka bir sonucu olmadığı için kimi uzun süren bir direnmenin sonunda intihar etti, kimi de yakalandığı hastalıkların onları ortadan kaldırması için elinden geleni yapmıştı. Körlüğü babası gibi ikbali olmuş ve kendini, kendi kendine gelen ölümüne teslim eden, bütün o büyük parıltının sonunda küle döndüreceğini bilen ve bunun mutluğuyla kendini teselli edenler arasındaki yerinden bütün hayatını “Aslında 84 yıldan beri intihar ediyorum. Ve halen intihar etmediğimi kim garanti edebilir? Başka bir Borges intihar etti bile” diyen Jorge Luis Borges, İngiliz dili profesörü olmanın bile “Tanrı’nın ironisi” gibi süren hayat karşısında işe yaramayacağını, ama Tanrı’nın da bu düzenin dışında neden gerekli olduğunu Oğuz’un kitabına da aldığı bir şiirinde şöyle ifade eder:
“Kimse gözyaşını ve sitemi engelleyemez
Tanrı’nın egemenliğinin ifadesini
ki o bana mükemmel bir ironiyle
aynı zamanda kitapları ve geceyi verdi.”
Jorge Luis Borges
Patricia Highsmith
*Ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikayen.” Horatius, Hiciv l.
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |