"Kendini anlatmak, hayatta kalmaktır."
Fernando Pessoa
İlk gençliğimde iyi bir yazar olmak istiyordum, her yazan gibi. Büyülü, tılsımlı sözleri olan... Babam istemiyordu, ama ben istiyordum. Sonra bir şey oldu, ne oldu bilmiyorum, ben artık sadece iyi bir insan olmak istiyorum. Kimliksiz, ama insan, iyi bir insan… Bundan başka da bir kimliği olmayan... İyi yetmiyor, iyi olmak, iyi bir insan olmak da yetmiyor. Çünkü bunlar döner sermeyenin işine yaramıyor. Durmadan kan içen bu çarklar bunlarla dönmüyor ve bu sermaye kimin eline geçse, onun gözünü döndürüyor. Gözü dönenlerin baş döndüren düzeni içinde başkalarının gözünde ne olduğunu da bu yüzden önemsiyorsun, önemseme. Ne olduğunu, kim olduğunu sadece sen biliyorsun. Onlar bilmiyor. Var olduğumuz müddetçe birileri için "herhangi biri" olmanın da bir kimliği oluyor, insanın yanında onun muhbiri gibi yürüyen. "İşte buradayım" demek, "işte burada" anlamına geliyor. Yolumuzu kesip de memur beyler hüviyetimizi görmek istediğinde yaşadığımız hislerden çok farklı bir şey bu. Sanki içimizi, içimizden geçenleri başkaları da görüyorlarmış gibi. İçimizden dünyanın kalbini nedensiz hançerlemek mi geçiyor sanki?
Kısılan ışıkların altında küçülen gölgelerin de bir heybeti var tabii. "Azınlıklar" deyince, hep bu geliyor aklıma. Birçok yanımızla tek başımızayız, "öteki." Ama insanlığın bir ferdiyiz, böyle de çok daha kalabalık değil miyiz? "Az" deyince, "Kökler ve Kanatlar, "çok" deyince, "İçimizdeki Orkestra." Niçin yok bunun ortası, yani hem "bizimlesin," hem "öteki." "Bizimlesin," diyenler de dosdoğru "bizdensin" diyemezler. Neden? Ayhan Işık'ın ölümü sonrası Nubar Terziyan'ın bir gazetede yayımlattığı taziye ilanının hikâyesini okuduğunuzda anlayacaksınız bunu. Bu kadar çok olup nasıl da birden bir ağacın yaprakları gibi ayrılıp birbirimizden azalıyoruz. İster dost olalım, ister düşman. Dünya saatiyle içinde bulunduğumuz zaman, biz insanlar bir aradayken de ayrıyken de kahır gibi geçecek. Bu bozuk saat gibi işleyen düzeni böyle kurmuşlar. Alin Ozinian gibi, "Kimlikleriniz sizin olsun" diyecek, yalnız yürüyeceksiniz. Yalnız olmak dünya kalabalığında dağlar gibi bir yük. Bu büyük yalnızlığı taşıyabilecek misiniz?
"Öteki"nin yanında durmak da öteki olmaktır bu yüzden. Taşıdığımız kimliklerin yanına böylece başka başka yaftalarla yeni kimlikler eklenerek, ama ne uzayıp ne de kısalarak yaşıyoruz. İçimizde kim olduğunu bildiğimiz biricikliğimizin cebinde, içinde yaşadığımız toplumun bizi tanımladığı bir kimlikle. Ceplerimizde taşıdığımız kimlikler, resmi kayıtlara hakkımızda geçenler yeter mi ama kim olduğumuzu söylemeye? Birçok insanın mezar taşına baktığımızda, sonra insanın sadece bir isim olduğunu görüp unutmuyor muyuz? Bir zamanlar yaşadığını bu dünyada… Biz insanlar, birbirlerimizi ortadan kaldırırken, sadece bir kimliği değil, bir kültürü, o kültürü gösteren şehirleri, dilleri, inançları ortadan kaldırıyoruz. El birliğiyle cinayetler işliyoruz, sonra da "biri gelsin de bizi bağışlasın" istiyoruz.
Herkesi her şeye karşın bağışlayacak biri olmak da güçlü olmayı gerektirir. Yüce gönüllülük başka bir şey… Çünkü un eleyen elde durduğu gibi durmuyor, insan eleyenlerin ellerinde tuttukları elek. Bu elekten, bu eleği tutan ellerden nesilden nesile kin geçecek. Bunu görüp bilip hem çok dayanıklı olacaksın bütün sarsıntılara dayanabilmek için, hem de çok hassas olacaksın aynı anda karşındaki gibi de bakabilmek için onun gösterdiği şeylere. Namümkün değil, ama çok zor böyle kabiliyetli olabilmek insanlar arasında. Şu köşeye ne zaman gelip harfleri yan yana dizsem, yan yana gelmeyecek herkesi "yana yana getirdim" diye seviniyorum, safça. Belki de hâlâ beş yaşında bir çocuğun gözleriyle baktığım için dünyaya. Kimse onların gördüğü gibi görmüyor çünkü hiçbir şeyi. Bu da "öteki" yapar mı insanı? Yapar. Uyumsuz ama fedakâr olmak öteki olmanın ilk şartı değil mi zaten? İster candan gitsin ister cepten, "ben onlar gibi olmayacağım" diye diye geçirdiğim ömür öyle ya da böyle zaten geçip gidecek.
Alin Ozinian
Niçin artık birçok kitap ya da yazar hakkında kolayca bir şeyler söyleyemediğimi, söylememem gerektiğini anladım ben de böylece. İnançlı evlerin ışığında aydınlandım ve hâlâ hiç aydınlanmamış yerleri var aklımın. Bazı kitaplarda bazen o karanlık, bazen de o aydınlık taraf bir adım daha genişledi ve bazen de daraldı. Karar veremiyor olmanın yanında bir de neden ve neye karar vermek gerektiği konusunda bana fikirler veren kitaplar arasında Ozinian'ın kitapları da var artık. İnsan dinlemek kolay şey sananlar, galiba sadece konuşanlar. Yani durup da kimseyi dinlemeye vakit ayırmayanlar ya da sadece dinliyormuş gibi yapanlar. Bir kitap okuduğunuzda insan dinlersiniz ve bazen kendi kendinizi dinliyormuş gibi de hissedebilirsiniz.
Ben öyle bir yerde büyüdüm ki, orası ev değil dünyanın en güzel yeriymiş meğer. Yahudilerin, Ermenilerin, Müslümanların evleri yan yanaydı. Bazı geceler bahçede Erivan Radyosu açılırdı. Bazı geceler İbranice dualarla Arapça okunan dualardan başka hiçbir şey karışmazdı birbirine. Bahçe duvarının arkasında içinde yaşadığı yerde olmanın güvenli bir yer olduğunu hissedenlerin onlara güven verenlere tebessüm dolu ve minnetle bakan bakışlarla karşılıklı selamlaşmaları. Kimse kimseden alacaklı değildi. Evde bir kitaplık vardı. Mustafa Kutlu'yla Aziz Nesin, İncil, Tevrat, Kur'an-ı Kerim yan yanaydı. O evlerde akşam haberlerine bakanlar dünyayı çok evvelden zaten görmüş gibi konuşurlardı. Beladan korkar, beladan kaçarlardı. Bayramlarda bahçelerin arasında dünyanın en temiz yemeklerinden kokulu bir buhur havalanır da gezerdi. Bazı bayramlarda komşuların çocukları, bayram olduğunu bilip de adını bilmediğimiz bayramlarda da biz kapanırdık evlerimize. Dışarı çıkanlar dışarı çıkamayanlara üzülürdük, ama birbirlerimizin kapısını çalmazdık bu bir dayatma olmasın diye. Bir yanlışlık olmasın da kurban olmayalım diye birbirimize. Oysa büyüklerimiz, "ben sana kurban olurum" diye severlerdi bizi.
O yaşlarda anlamadığım şey bahçe duvarlarından daha başka duvarların olduğuydu aramızda. Mutfaklar birbirine benzerdi, ekmeğin kokusu, tadı, yapılışı her evde aynıydı, ama meğer birbirimizden korka korka yaşarmışız. Korktuğumuz şeyin ne adını ne de neye benzediğini biliyorduk. Cumaları neden birden ıssızlaşırdı gün, sonra anladım. O evlerden bizim evlere, bizim evlerden o evlere giden her şeyin çöpe atıldığını, neden… Bir oyun anında seviçten haç getiren çocuğu koşup hırpalayarak eve sokan annenin korkusunu gördüğümde, ne olduğunu yıllar sonra anladım. Tıpkı, Ozinian'ın bir denemesinde, annesine kalabalık bir yerde "Mama" dediği için niçin kızdığını annesinin ona, yıllar sonra anlaması gibi. Başka bahçelerde oyuna daldığımızda annelerimizin neden pencerelerden ayrılmadan izlediğini bizi… Çok sonra. Toprakta yetişen bir şey gibiymişiz meğer. Yerini değiştirseler saksıların, içinde ölecekmişiz. Her tohum her bahçede yetişmezmiş.
İnsanın da bir kökü var, ben de kopmadım hiç kutsallarımdan, ama başkalarını da koparmadım kendi kutsallarından. Kökler ne kadar derinse kanatlar da o kadar büyük oluyor, ama gitmeni istediklerinde ya da başka biri olmanı istediklerinde bir filmin bir sahnesinde, "Dünya senden olmayanlarla hoştur" deyip ölen insanlar gibi ölüyoruz sonunda. Kanatlar insanı ait olmadığı bir yere götürdüğünde öldürüyor. İnsan kendini ait hissettiği yerde, kendi gibi kalarak, kendi olarak ölmeli. Kendisi istiyor diye sadece kendi istediği kişi olmalı. Ne zaman değiştiriyor, ne de başkaları istiyor diye değil. Bir saat ustası kafamın çok karışık, kalbimin çok hasta olduğu bir gün şöyle demişti, "Buraya gelmeden önce başka biriydin, başka bir zamandı buraya gelmeden önceki zamanın… O zaman başka biriydin, şimdi burada karşımda başka birisin." Ötekiliğin atlası yahut içimizde uyuyan yaralı bir hayvandan söz ettiğini bilmiyordu üstelik. Bir şeyi zamana bırakmanın sonsuza kadar boşlukta savrulacak mı, yoksa hep düşecek, düşecek, düşecek, düşecek mi olduğu konusunda da bir fikri yoktu doğrusu. Yaralı bir aslanla yaralı bir ceylan arasında nasıl hiçbir fark yoksa herkesin öteki olduğu için başkalaştırıldığının da kendisinden başka bir sonucu olmayacaktı. Ölüm gelip bizi kutulara koyduğunda her şeyi değiştirdiği söylenen zaman değişmeyen şeyleri dizlerimizin üstüne bırakacaktı sadece. Her zaman da öyle olmuştur.
"Kanatlar ve Kökler"de "Yeşilçam'ın Öteki Yüzleri Kimlerdi?"de, yaşantısı, ismi, semti değişmiş bir sürü insanın içlerinde değişememiş aksine gitgide derinleşmiş kendiliklerine baktıkça da gördüm bunu. Her şeye uyum sağlamak için mi, yoksa insanın kendini ve ailesini güvende tutabilmesi için mi saklanarak yaşaması gerekiyordu? İnsanın içine saklandığı, üzerine giyindiği kişilikler, ceplerinde taşıdıkları kimlikler bir gün gelecek onları yuttuğunda ne değişecekti? Görüntüler, isimler değiştiğinde insanın kendi hakkında bildikleri de değişecek miydi? Ozinian, denemelerinden birinde şu hikâyeyi aktarıyor:
"Yeşilçam hayranlarının Kenan Pars'ı, eski Ermenilerin Kirkor Cezveciyan'ı, tüm filmlerin kötü adamı, hayatını kaybettikten sonra büyük bir tartışma başladı. "Cenaze namazı camide mi kılınacak, yoksa kilisede ayin mi yapılacaktı?"
Kirkor Kenan yaşarken dinini değiştirmediği konusunda hiçbir açıklama yapmamıştı. Fakat kızı Çiğdem Pars, babasının gayrimüslim olduğunu kabul ediyor, ama tam bir Müslüman gibi yaşadığını hatta ölümünden iki gün önce Kelime-i Şahadet getirdiğini söylüyordu. O yüzden tartışmalar sırasında, 'Onu Müslümanların cenaze aracıyla kiliseye getireceğiz,' demişti.
Cenazein ardından 'Kenan Pars gibi yaşadı, Kirkor Cezveciyan gibi gömüldü,' diyen gazete manşeti yerindeydi. Usta oyuncu yıllarca içinde Kenan'ı mı büyütmüş, yoksa Kirkor'u mu saklamış, kollamıştı, sadece kendisi bilecekti.
Kimliklerimizi saklarken, isimlerimiz silinmiyor. Kaybolup gitmiyor kültürümüz, dillerimizi koparsalar bile unutabilir miyiz anadilimizi? Yazdıklarımızı sildiğimizde hafızamızı kaybetmiyoruz çünkü. Adile Naşit'in Adela olması, İrma Felekyan'ın Toto Karaca olması tarihin nasıl yazıldığı hakkında bir bilgi verebilir, ama Tarih'in nasıl yazıldığı gerçeğini değiştirmez. Beraberken dünyanın en güzel şarkısını söyleriz, "Neresi gurbet, neresi sıla bize?" Bu şarkıları "İçimizdeki Orkestra"dan öğreniriz. Kökler yere, kanatlar göğe ait addedilseler de, "biz ayrılamayız!"
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |