Ayfer Feriha Nujen

11 Ağustos 2024

Kişi ölür, sen duruşu hatırla: Monoteist ve bahtsız, Don Quijote aramızda!

Cervantes dehası, İspanyol Edebiyatı’nda yakaladığı yankıyı dünya edebiyatında yaratmayı başarmıştır. Sadece romanın atası olmakla değil, resim, edebiyat, felsefe ve tabii sosyoloji alanlarında birçok kişiyi ve ekolü de ilerleyen zaman boyunca etkilemiştir. Dali’den, Pablo Picassco’dan edebiyat tarihimizde “yazı makinesi” olarak nitelenen ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Cervantes’in kahramanı şövalyelik romanı okuyarak çıldırmıştır

“Ve şimdi kara umutsuzluğun ortasında
artık övündüğü bir tek şey var
kıvançla; başarısız da olsa, o her zamanki
boyun eğmez yiğitliği gösteriyor dünyaya.”*

Dört yüz yirmi yıl önce kadar yiğitlikle alay eden “yiğitlik üzerine” uzun aralıklarla yiğitçe yazılmış iki ciltlik bir kitap yayımlandı (1605-1615). “Don Quijote”. Yazarı, Migule de Cervantes Saavedra (1547-1616). Cerrahlığı ayrıca bir tartışmanın konusu olsa da itibarlı ve yoksul bir cerrahın oğlu olarak doğdu. Onu asilzade yapan etkenlerden biri de elbette buydu, ama parasız bir soylunun oğlu olmak babadan oğula kalacak borçlardan başka ne olurdu ki? Yaşadığı çağda insanların sevgiye ve itibara layık olması için bugün de olduğu gibi o da toplumun istediği kahramanlıkları sergilemek zorundaydı. Oysa insanın en çok da gençken farkına varması gereken şey şudur; toplumun dayatmalardan ibaret isteklerine boyun eğmek çoğu zaman damdan aşağıya atmaktır kendini, zira onu da şekillendirenlerin tutturduğu bir yol ve o yola hizmet eden yöntemleri vardır.  Kendini kanaatkâr ve içten bağlı bir Katolik ve biraz da milliyetçi sandığı yıllarda… Yani gençlik yıllarında, tıpkı dünya edebiyatında ve bizde de inanılmaz bir etki yaratan “Le Petit Prince”in yazarı Antonine de Saint-Exupéry gibi yoksulluğun belirlediği koşullar kadar dönemin İspanyol toplumunda askerliğin onur ve şeref açısından önemli bir yere sahip olması dolayısıyla da orduya katılmıştı. Böylece doğrusu İstanbul’dan Cezayir’e yolunun en kötü biçimde düştüğü yerlerde başka kültürlerle birebir de temas etmişti.

“Onur” ve “şeref” bugün de toplumların bireylere “sevilmeye değer olmak” için öne sürdüğü şartlar arasında. “Don Quijote”un da istediği buydu elbette. Onur ve şeref… Bunlar aşk ve itibar da demek. “Don Quijote”un kitap boyunca “yok devler”e karşı verdiği mücadele Cervantes’in yarattığı “Don Quijote”un gerçek adı “Aldonza Lorenzo” olan yoksul bir köy kızından “Dulcinea del Toboso” olarak yarattığı hayali, ama “ideal” sevgilinin bir yandan toplumu bir yandan da halktan yana sallanan bu kalemin ışığında halkı temsil ettiğini de söyleyebiliriz yani. Fakat şövalyelerin onları yönetenlerin asil uşakları olduğu acı bir gerçek var. Yani toplumlar kimseye bunları vermezler, bunları sadece ister ve alırlar. Hal böyle olunca “Don Quijote”un yaşlı, sıska ve cesareti de tıpkı “Don Quijote” gibi beceriksizliğinin altında kalsa da atı “Rosinante” bile süvarisinden daha akıllı çıkmıştır karşımıza. Yani yanlış anahtar yanlış kapıda elbette kırılan bir şey olarak kalır. Hayatın kırdığı Cervantes de bu idealizmin gerçeklerden kopardığı şövalyeliği masalarda patlayan altın yumruklardan yapılmış hicivle kırıp atmıştır. Ortaçağ’ın hemen ardından yeniden ortaya çıktığı andan itibaren hümanizm üzerine de yoğunlaşmış Rönesansçı yaklaşımlar tarafından da aslında merkezde insanın ve onun hayatının değerine atıflarda bulunmasına rağmen Jale Parla’nın da deyimiyle her açıdan başarılı bu devrim girişimi olarak “yazınsal bütün otoriteleri yıktığı için” de eleştirilmiştir. Ne mutlu Cervantes’e! “Don Quijote”, delilik söz konusu olduğunda düpedüz dünyanın ilk delileri arasında bir karakter, ama bu denli aklı başında bir deliyi yazın âleminde yaratmayı başarmış Carvantes, bugün dahi hakkında yazılan birçok yazıda “dünyanın ilk delisi” diye nitelense de Divan Edebiyatı şairlerinden Sümbülzade Vehbi gibi ilk satırlarında boynu vurulası, derken hemen ikinci satırlarında alnından öpülesi -kesinlikle- bir edebiyat dâhisiydi.

Cervantes dehası, İspanyol Edebiyatı’nda yakaladığı yankıyı dünya edebiyatında yaratmayı başarmıştır. Sadece romanın atası olmakla değil, resim, edebiyat, felsefe ve tabii sosyoloji alanlarında birçok kişiyi ve ekolü de ilerleyen zaman boyunca etkilemiştir. Dali’den, Pablo Picassco’dan edebiyat tarihimizde “yazı makinesi” olarak nitelenen ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Cervantes’in kahramanı şövalyelik romanı okuyarak çıldırmıştır. Mithat Efendi, “Çengi”de bunu kendiliğinde bulur; hikâyesinin kahramanını bize “Don Quichotte İstanbul’da” diye takdim eder. O da Muhayyelât-ı Aziz Efendi’yi okuyarak aklî muvazenesini bozar. Böylece romancılık sanatının kaynağında, hissi yahut da hayali terbiye diyeceğimiz başlangıca varmış olur” sözleriyle, biraz kinayeli de olsa Türk kültür ve edebiyatına birçok şey gibi uyarlanmış olmasına dair sözler de ettiği, Ahmet Mithat Efendi’nin Cervantes’in “Don Quijote”una öykünerek (Osmanlıca) kaleme aldığı ve ilk nüshaları “Tercüman-ı Hakikat” gazetesinde 1877’de yayınlanan “Çengi yahud Daniş Çelebi” kitabına kadar...

Cervantes, yoksulluk, hapis günleri ve esirlikle geçen hayatı boyunca başka kitaplar, oyunlar ve şiirler de yazdı. “Köpeklerin Sohbeti” adlı uzun hikâyesinde de yaşadığı dönemi, ülkeyi ahlak, yozlaşma, sinsilik, onur ve tahakküm gibi konulara sıkı sıkıya bağlı kalarak yoğun bir hicivle eleştirmişti. Fakat “Don Quijote”la toplumun kutsal normlarına çok daha yakından onları alaya alarak yumruklar atmıştır. Bütün bunlar arasında davranış bilimlerine dayanaklar içeren “Don Quijote”, koca dünyaya yön veren bir sistemin arka yüzündeki toplumsal sınıflar, sosyal hiyerarşi, gerçeklik, hakikat, rasyonalite ve akıl gibi kavramlarla da yaratılan trajediyi mizahla ortaya çıkardı.

Mizah bir üslup olduğu için “sadece gülünüp geçilecek” şey de değildir. Bugün 3.Dünya Savaşı’nın başladığı tam da şu günlerde komedyenlerin de devlet başkanı olduğu ülkeleri hatırlayalım. Karakter çatışmaları, insanın doğası, kırılganlık, toplum eleştirileri, kader ve anlam arayışları, duygusal derinliklerin mantıkla ilişkisi gibi toplumsal davranışları da ama kara ama beyaz bu mizah anlayışıyla açıklığa kavuşturmuştur. Her davranışın ve sanatsal türün ve onları ortaya koyanlar gibi Cervantes’in de bir şeriat anlayışı olduğunu böylece kavrıyoruz. “Şeriat”, inanca dayalı bir hukuk sistemidir ve bu bazen kişisel deneyimler ve kişilerin toplumsal anlayışlarına bağlı olarak yine kişilerin kendilerine has inançlarıyla da şekillenebilir. Hep öyle olmamış mıdır? Cervantes, “Don Quijote”la öz anlamı “suya giden yol, takip edilen yol” olan “şeriat”i kendi dünya görüşüne uygun bir biçimde uygulayan ve dünyanın acımasız eleğinden geçmiş bahtsız ve toplumsuz inanca yönelmiş bir monoteisdir de bu açıdan. Hakeza din dışı sayılmasa da dini eleştiriler yaparken dahi Tanrı inancından pek uzaklaşmamıştır.

Cervantes’in dini açıdan karmaşık olan kişiliği inançları hakkında kesin bilgiler vermez tabii ki, ama insanın ortaya koydu her davranış ve onun bir çıktısı olan her tür de eser bir inancı temsil eder. O’nun monoteist çizgileri olan bir yazar olmasını “Don Quijote”da yarattığı karakterler arasında “Sancho Panza”yu nasıl konumlandırdığından öngörebiliriz. “Don Quijote”un sadık uşağı “Sancho Panza”nun kitap boyunca sadakat dolu sözleri de bunun bir yansıması doğrusu: "Altı olur, yedi olur hep Tanrı'nın dediği olur; her şeyin en doğrusunu herkes için neyin en iyi olacağını Tanrı bilir. Güne göre kürk giyinmek gerek; büyük lokma ye, büyük söyleme demişler. Ak koyunu gören içi dolu yağ sanır. Tanrı ne demek istediğimi biliyor. Bu kadarı yeter…" Bence de. Fakat dini göstergelerde aşırılığa kaçmadığı gibi onu eleştirmekten de kaçmayan “Don Quijote”,  bir zamanlar İspanya’da Müslümanlar ve Yahudilerin Hıristiyanlaştırılması başta olmak üzere Avrupa’daki büyük cadı avlarının da başlatıcı ve aynı zamanda tarihteki ilk resmi ve büyük linç müesseselerinden biri de olan İspanya Engizisyon Mahkemesi tarafından en yumuşak biçimde dini otoriteleri ve buna bağlı olarak bu otoritelerin buyurduğu biçimde hayırseverlik sergileyen elitleri, sol elini de kaybettiği savaş** yıllarında tanıdığı kültürlerin ev sahipleri olan Türkleri, Arapları eleştirdiği kadar Hıristiyanları da eleştirdiği için yasaklanmıştı… Hayata dair edindiği bu tecrübelerin onu “cahilin tahsillisi” yaptığı gibi tarihsel bağlamda İspanya’nın 16. ve 17. yüzyılın başlarında, İspanya’nın altın çağının da sona erdiği, böylece insan hayatının anlamının da ne olduğu ya da aslında ne olması gerektiği konusunda felsefi, sosyolojik ve metafiziksel olarak da yaşayacağı hazin sonun metinsel karikatürünü yazmıştı aslında…

 

“İnsan ve Herkes, sanatın insansızlaştırılması, Kitlelerin Ayaklanışı, Sistem Olarak Tarih ve quijote üzerine düşünceler” adlı kitapların yazarı, Avrupa’nın en aklı başında düşünürlerinden ve metafizik profesörü olan José Ortega y Gasset’ın “Don Quijote”u metafiziksel ve felsefi olarak sadece bir hikâye değil, derin toplumsal ve bireysel çatışmaların yansıması, modern insanın içsel çatışmalarıyla, toplumsal olan her şeyin yarattığı metafizikse bir sorun olduğu düşüncesinin de bir sonucu olarak şu sözlerinin yazıya dökmesine de sebep olmuş bir kitaptır da aynı zamanda: “İnsan, hayatta üç kez Don Quijote okumalıdır. Kahkahanın kolayca dudaklara fırlayıp duyguları harekete geçireceği gençlikte, mantığın hâkim olduğu orta yaşta ve her şeye felsefe açısından bakıldığı ihtiyarlıkta.”

“Karmaşık yapısı, derin karakter örnekleriyle modern romanın ilk örneklerinden biri”, onu hep böylece tanımlarız, ama onun devrim niteliği taşıyan ilk icraatı “romans”ı ortadan kaldırmak olmuştu. Onun bu karmaşıklığı elbette eleştirdiği toplumun “olma” biçimiydi. Zira oldukça sade bir hicvin adeta anıtı gibi inşa edilmişti. Yani “Don Quijote”un elbette bilinenin aksine karmaşık bir yapısı da yoktur aslında. O zaten insanın ona hükmettiği yapıyı ortaya koyarken eleştirel tutumun sadeliğiyle öne çıkmış ve var olmuştu. Bu böyle olmasaydı, “Eğer mantıksızlık mantığı benim mantığımı oluşturuyorsa, aklım işte bu şekilde zayıflamışsa, haklı olarak ben de sizin muhteşemliğinize bağlandım” cümlelerini içerir miydi? Satiyatik üslubuyla idealistlerin gerçeklikten kopmuş davranışlarıyla alay eden ve toplumların edebiyat anlayışlarını ve normlarını da alt üst eden bir parodi ile karakterlerin derinliği, içerdiği evrensel temalar ve edebi tekniklerle de değişmesi gereken birçok şeyi en değiştirilemeyecek zamanlarda değiştiren Cervantes, “Don Quijote”la dünya çapında dünyaya çekilmiş en tatlı resti de çekmiştir. Ölümünden tam dört yüz küsur yıl sonra kemikleri üzerinde isminin baş harflerinin kazılı olduğu bir kutu içinde İspanya’da bir kilisenin mahzeninde bulunduğunda, ölünce badem gözlü olan herkes gibi, hayatının büyük bölümünde yok sayılan Cervantes yine büyük bir heyecan yaratmıştı, bir anlığına da olsa. Ama ne demek lazım yine de kişi ölür, sen duruşu hatırla: Monoteist ve bahtsız, “Don Quijote” aramızda!

*Konstantinosa Kavafis, Bütün Şiirleri
** 1571, İnebahtı
-Don Quijote, YKY.

 

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.