Bazı mitolojilerde dünyanın yaradılışı için Tanrı'nın suya bakıp yalnızlığını gördüğü anda işe koyulduğunun hikâyesi geçer. İnsanın yazma ihtiyacı da neredeyse böyle çıkmıştır ortaya. Kendiliğinden ve kendinden… İlkokul çağlarımda içimde duyduğum acının sesi içimden dışarıya çıksın diye şiir yazmaya çalışırdım. İçimde "şiir" diye bir şey vardı, ama "şiir nasıl yazılırdı" diye Ahmet Hâşim'i taklit ederdim. Bu taklit edişler bir yılın sonunda onun bir tekrarından başka bir şey olmama izin vermediğinde, Attila İlhan şiirleri okumaya başlamış ona baka baka yapılacak tek şeyin şiir zevkini aldıktan sonra onun benim için sadece bir sözlük olduğunu idrak etmemle son bulmuştu. Ve sadece on yaşındaydım. Yani kemiklerim oluşmuş ve nihayet etle kaplanmıştı, ama bu etle kemiği ayakta tutacak nefes benim kendi nefesim olmalıydı. Yani böyle şeyler elbette çocukken yapılır. Fakat insan biraz daha yetiştiğinde başkalarına baka baka yazmak intihal olarak gerçekleşir ve sürer gider. Nedir intihal? TDK'daki birinci anlamıyla "aşırma." Aşırmanın da ayrıca ne anlama geldiğini yazmayalım artık. Klasik dönemden cumhuriyet dönemine edebiyat tarihinin her döneminde intihaller yapılmıştır. Öyle ki kendisinden intihal yapıldığını iddia eden yazarların dahi intihal yaptığı da ortaya çıkmıştır. Etkilerin yazanlarda yarattığı büyülü o halin biraz daha ötesi ne yazık ki yazı geleneğimize yakışmayan olayları da beraberinde getirmiştir. Bir kitaptan, bir filmden alınmış küçücük bir sahne -alınma biçimi dikkate alınmalı, çünkü bu önemli- bile intihaldir. Zira o küçücük sahnelerde büyük patlamalar yaratan imgesel anlar gizlidir. Bunu yazarken yazanın çektiği acıya, yazmaya bağışladığı zamanların yaratığı sıkıntıların doğurduğu koşullara saygı göstermek gerekir. Bu bir cümleden bile ibaret olsa, emek emektir. Zira bir tek tane ekmeğin değerini onu tüketenden çok elbette onu üreten bilir. Onun maddi manevi maliyetine haiz olan çünkü onu üretendir.
2008 yılında Radikal Kitap* ekinin bir sayısında "Yeryüzü Kitaplığı" adlı köşesinde edebiyat tarihimizin yaşayan en iyi çevirmen ve eleştirmenlerinden biri olan Celal Üster'in "Sincan İstasyonu" adlı (neredeyse yerel sayılacak) bir edebiyat dergisinde rastladığı önemli bir tespit yazısından dolayı intihal üzerine yazdığı yazıyı okumuştum. Yazının başlığı şöyle, "Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü!" Bu yazı, dağıtım ağı çok zayıf dergilerdeki yazıların da ne kadar önemli olduğu konusunda da ayrıca önemli bir yazı… Yavuz Ekinci'nin "Sırtımdaki Ölüler" adlı kitabında Hasan Ali Toptaş'ın "Sonsuzluğa Nokta" kitabından yaptığı intihal örneğini içermekte ve Ekinci'ye konuya dair bir soru ile bitmekteydi. Celal Üster, konuyla ilgili sorduğu soruya o yıl bu yıldır hiçbir zaman yanıt alamadı. Taciz tartışmalarıyla gündeme gelen Hasan Ali Toptaş'ın bu konuda savunulma hakkı da elbette var. Marquis de Sade gibi. Biz toplum olarak linç kültürüyle yürüyenleri rehber edindiğimiz için (yasalarımız da bu yüzden tasalarımızın altında kalıyor olabilir!) Toptaş'ı ipe çekerken geçmişte yaşadığı intihal olayına hiç ses çıkarmamıştık mesela. Doğrusu, bu bizim toplum olarak da adaleti nasıl idrak ettiğimizin ve uyguladığımızın da resmidir. Diasporalar belki de bunun için var. Yazarların etnik kimliklerini kullanarak sığındıkları o yerlerde sıradan insanlarla ilgili hiçbir savunu görmedim mesela ben. O halde yıkılsınlar! Merhametle şüphe bir arada olmuyor elbette, ama bu intihal olayı sadece Toptaş'la sınırlı kalmadığı gibi bana taktiksel ilerleyen bir macera gibi geldi daha sonra. Toptaş'ın kitabında geçen sahne ile Ekinci'nin kitabında geçen sahnenin bu kadar birebir kurgulanmış olması kesinlikle bir taktik meselesi. Ekinci'nin intihal yaptığına dair tek kitabın da Toptaş'ın kitabı olmaması manidar doğrusu.
Öte yandan her konuda örnek aldığımız Avrupa'da örneğin intihal çeşitleri arasında "öz intihal"in dahi (kendinden, "self-plagiarism) kabul görmediğini biliyoruz. Ekinci'nin intihal çeşitleri arasında bilerek ya da bilmeyerek yaptığı iki çeşit intihal göze çarpıyor. Bunlardan biri Toptaş'ın kitabından yapılan intihalin neredeyse "doğrudan" ya da "kısmi intihal" olarak göze çarpması ve söz konusu olan bir diğer kitaptan ise, "mozaiğe dönüştürme" (mozaic plagiarism), yani "farklı kaynaklardan cümle, ifade veya sahneyi alarak, bunlar üzerinde değişiklikler yaparak kendi metnine yerleştirme" ile ortaya çıkan intihal türü. Hakeza söz konusu bu tür eserlerin büyük bir kısmı tek elden çıksa bile belirli parçaların/sahnelerin intihal olması da ortaya konan eserin, çalışmanın bütünlüğünü bozar. Ancak metinlerasılık (intertextuality) ile metinlerin birbirleriyle olan ilişkileri ve birbirleriyle benzer olan taraflarını da "alıntılar, referanslar, parodiler, pastiş, göndermeler, metinleri yeniden yorumlamalar, çoğul anlamlar" gibi kıstaslar dikkate alınarak yapılacak karşılıklı okumalarla ortaya çıkacak boyutta incelenmesi elbette akademik manada bir çaba ile bilimsel de olacak şekilde yapıldığında daha görünür bir bilirkişi raporuyla sabitlenebilir. Metinlerasılığın da kendine dair içerdiği mantıksal, matematiksel bir yöntem var. Bu, böylece aranan o bilirkişileri de ortaya çıkarabilir. Jomes Joyce'un "Ulysses" romanının destanlara doğrudan göndermeler yapması, T. S. Eliot'un şiirlerinde farklı kültürlerden faydalanması, Shakespeare'in mitolojiden, tarihten faydalanması da intihal çeşitlerine örnek verilebilir, fakat Ekinci'nin intihal girişimlerinin "taktiksel" olduğuna dair kanaatimin neye dayandığını ayrıca açıklayayım.
Ekinci, "Sırtımdaki Ölüler" adlı kitabını bitirdikten sonra dosyasını Hasan Ali Toptaş'a göndermiş. Bir çeşit onaylatma gibi geldi bu bana. Dosyayı okuyan Toptaş, sahnelerin benzerliği karşısında haliyle kızgınlığını gizleyememiş ve bu hadise kulaktan kulağa derken kimi mecralara da yayılmaktan kurtulamamış. Celal Üster'in yazısında örnek verdiği bölümlerin yazım ve kelimelerin yerleşim biçimi de bu taktiksel stratejiyi doğrular nitelikte. Hakeza aynı intihal taktiğini uyguladığını düşündüğüm diğer bir kitap da Jaklin Çelik'in "Öfkenin Şenliği" adlı kitabı. Bir dipnot olarak belirtmek gerekirse eğer, Toptaş'ın da Çelik'in de kitaplarının yayın tarihleri Ekinci'nin yayın tarihlerinden daha önce. Ekinci'nin "Cennetin Kayıp Toprakları" adlı kitabıyla Jaklin Çelik'in "Öfkenin Şenliği" adlı kitabındaki birçok sahne küçük, ama önemli ayrıntılarla birlikte büyük bir benzerlik içermekte.
Ermeniliğin Ekinci'nin kitabında Kürt İslam ve kültür anlayışına oturtulmuş bir hikâye olması tek farklılık sadece. Fakat hikâye elbette Ermeni tarihine ve o toplumun kültürüne ait bir hikâye. Böyle bir hikâye yazmak için Ermeni olmak da şart değil elbette. Fakat Ekinci'nin bu kitabını da bitirdikten sonra Toptaş'a gönderdiği gibi Jaklin Çelik'e de dosyasını baskıya gitmeden önce göndermiş olması da yine Toptaş'la kurduğu iletişim biçiminin tıpkısı. Stratejik ve taktiksel! Sanırım dosyasını bizzat onaylatmak istemiş. Yani buradan bakınca görünen bu… Fakat dosyayı okuduktan sonra Çelik'in Ekinci'ye tepkisi de Toptaş'ın tepkisinden farklı olmamış. Tartışmaların sonunda Ekinci'nin Çelik'e, "Öyleyse beni mahkemeye ver" diyebilmesinin tek sebebiyse, ülkemizde akademinin aksine edebiyat ortamındaki intihal konularında uzman ve ilgili mahkemelerin bilirkişi yokluğundan işlemez halde olması. Bu gibi durumlarda intihal iddialarına konu olan yazarların davranış örüntülerinin de incelenmesi gerektiğini görürüz. En nihayetinde sosyolojik bütün olayların psikolojik yorumlara da ihtiyacı vardır. Bütün bunları "taktiksel" ve "stratejik" buluyor olmam normal yani, değil mi?
Kitapları birçok dile çevrilmiş, ödüller almış yazarların intihal söz konusu olduğunda kendini ispatlamış yazarlar arasına konması doğru değil. Ödül kurullarında yer alanların intihal davalarında ve konusunda bilirkişiliğinin esamesi okunmadıkça ödül konusunda da pek dikkate değer olmadıklarını düşünüyorum. Her konuda bilirkişi olanların söz konusu edebiyat olduğunda yükselen sessizliklerini elbette karşılaştırmalı edebiyat konusundaki tecrübesizliklerine ve gerçekten de kitapları göz ucuyla karıştırıp kenara bırakmalarına bağlıyorum. Zira şunu hepimiz biliyoruz, gündeme gelen, hakkında yazılar yazılan birçok kitap aracılar ve kayırmacıların sayesinde görünür hale geliyor. Hani bir zamanlar algı yaratmanın da bir yolu olarak "çok satan kitaplar" adıyla listeler yayınlanırdı, farkındaysanız artık yok. Yazarların artık yazdıkları şeylerden çok daha fazla görünebilmeleri için imaj asistanları gibi davranan yayınevleri bile var. Sanırım biraz da bu yüzden toplumsal olaylarda yan yana gelip fotoğraflara giren, imzalar toplayan yazarlara saygı da duymuyorum, güven de ve hayatımın sonuna kadar da şüphe duyacağım onların hepsinden. Kitapların çevrilmesi konusu da elbette bir arz-talep ve pazarlama konusudur. Verirsiniz dosyanızı bir ajansa şahsen ya da yayınevi olarak, çevrilir pazarlanır. Bunlar bugün geçmişteki kadar meşakkatli işler değiller. Yani birçok şey gibi bu da sırayla değil, parayla. Bütün bunlar yazanların sahip olduğu ve edindiği çevreye sağladığı uyuma da bağlıdır. İntihaller konusunda birçok kitabın edebiyat ortamlarında sadece dedikodu konusu olması da bundan kaynaklanıyor. Canım yurdum insanı intihal ile esinlenme, ilham alma gibi konuları hep karıştırmıştır. Oysa bunlar arasındaki fark yazılışlarından anlamlarına kadar farklıdır. Sadece Türk edebiyatında değil, dünya edebiyatında da intihal, yani başkalarının eserlerini izinsiz veya kaynak göstermeden kendi eseriymiş gibi sunma, taklit etme, aşırma saman alevi gibi sönen tartışmaların başında gelmiştir hep. Akademik olarak intihal etik bulunmadığı gibi kanunlar çerçevesinde de suçtur. Fakat akademik makaleler gibi edebi eserler de bir iddiayı temsil ettiğinden bu etik ve kanuni haklara yazarlar, şairler de sahiptir. Gel gelelim her konuda bilirkişi fışkıran toplumumuzda iş edebiyat olduğunda bu bilirkişiler sadece kimi ortamlarda birkaç söz edip geri çekilirler, neden? Ortamın bir parçası olmaktan ve beklentilerinden vazgeçemedikleri için. İnsanı aldatan görüntülerin bir parçası olmak uğruna hakkaniyeti ve adaleti içi boş bir manifestoya çevirirler. İntihal saptamalarında bulunan ve bu konulardaki tespitlerini yazanlarınsa talihleri hiç gülmez. Oyunbozanları kim sever ki zaten? Dürüstlük "sakıncalı piyade" olmaktan başka nedir hem?
İnsanın içindeki sese şekil vermesi için kendisine rehberler edinmesi gerekir, evet. Bir yazarın bir başka yazarın etki halesine girmesi ayıp da değil, ama intihal kesinlikle etik bir şey değil. Örnek veriyorum, düz yazıda Şule Gürbüzcü, şiir de Şeyh Galipçiyim, fakat hiçbir metnimde ya da şiirimde bu isimlerle benzer bir tek noktam bile olmamıştır. O kadar uçlarda zıt insanlarız ki, yan yana gelsek kavga bile çıkar. Bence bu iyi de bir şey… Biçim, içerik, üslup yazanların nevi şahsına münhasır olmayınca yazanların tek başlarına var olduklarını da söylemeyiz bu yüzden. Bir kitabın bir filmden, bir başka kitaptan benzer bölümler içermesi elbette tashih ve editöryal birçok süreçten geçtiği için "bir hata, yanlış, gözden kaçma" gibi mazeretlerle örtbas da edilemez. Hakeza büyük yayınevleri için bu bağışlanabilir bir şey de olmamalı ve elbette bunun tek müsebbibi bizzat yazarın kendisi olmalı. Yani yayınevleri intihalle suçlanan yazarları birden korumaya almak yerine kendilerine de okura da intihal yaptıkları eser sahiplerine ve kamuya açık bir biçimde açıklama yapmaları olanağını sağlamalı sadece. İntihal gibi konularla gündeme gelen yazarlar ve eserleri hakkında zaten ilk açıklamayı da yazarların, şairlerin bizzat kendileri yapmaları en doğrusu. Yani yayıncılar bu konularda yaptıkları yatırımları kurtarmak için çabalamak yerine maddi ya da manevi kayıplarını konunun muhtevası olan yazarlardan talep edip markalarını korumak, okuru kandıran, meslektaşlarından aşıran ve böylece her kitap baskısında tabiatı da tahrip edenler yüzünden edebiyat tarihini de tekrara düşürenlerin kişisel hırslarına kimseyi kurban etmemeliler. İntihal yaptığı ortaya çıkan bir yazarın psikolojisi, istikbali kadar intihal yapılan eser sahiplerinin de hakları olduğunu unutmayalım. Maddi boyutundan çok manevi boyutun yarattığı o halin tahrip ettiği eser sahipleri de kimsesiz değildir. Zira biri çıkar gelir, açar bayramlık ağzını, kısa çöp uzun çöpten alır hakkını. Hakkaniyetli olmak için çok da güçlü kimseler olmaya gerek yok, haklı olmak yeter. Diasporaların korumaları gereken de yazarların etnik kimlikleri değil, haklı olanın hakkını savunmak olmalı. Hayalini kurduğumuz o sınırsız dünyanın duvarında görmek istediğimiz tuğlalar böyle dizilmeli üst üste.
Yani intihal tespitinde bulunurken aşağı-yukarı yüzdelik dilimlerle intihalin bağışlanabilirmiş gibi ifade edişlere sığdırılmasını saçma buluyorum. İntihale uğramış yazarların kimlikleri, ideolojileri bir haksızlığa uğradıklarında uğradıkları haksızlıkları haklı çıkarmaz. Bir eserde küçük bir sahne, özellikle de özgün bir yaratım sürecinden çıkmamışsa veya geniş bir şekilde tanınan bir eserle benzerlik gösteriyorsa, baştan sona intihaldir. Yağmurun yağması dışında yağmurun yağışını tarif eden bir sahne örneğin, yağmurun nasıl yağdığına dair ifadelerle farklılık gösterir. Yani benzer sahnelerde bu durum kullanılan materyalin özgünlüğü, orijinal içeriğe ne kadar benzediğiyle kendini zaten gösterir. Bütün elmalar elma olabilir, fakat tabiatta dahi hiçbir şey hiçbir şeye mümkün değil, birebir aynı biçimde benzemez. Dünyadaki yazı tarihi boyunca elbette yazanlar birbirlerinden esinlenmiş, ilham almışlardır. Fakat bu konuda "taktikler" geliştirmek yazanların amacından sapması demek. Yazının, yazmanın bir amaçtan çok bir araç olduğu gerçeğiyle de böylece karşılaşırız. Yazarın bu araçla maksadının ne olduğu da bu noktada önem kazanır. Söz konusu intihal olunca kendinden önceki dönemleri, yazarları tasfiye yoluyla ortadan kaldırmak isteyenleri şimdi daha da iyi anlıyorum. İz bırakmak istemiyorlar. Oysa kim okur da unutur, Suat Dervişleri, Sâmiha Ayverdileri, Tanpınarları, Yaşar Kemalleri, Tolstoyları, Dostoyevskileri, Pessoaları, Sabahattin Alileri?
Şu yazıyı yazmadan önce oturdum aylarca düşündüm, kaybedecek ya da kazanacak neyim var? Hiçbir şey yok. Şairin de dediği gibi "Sen yanmazsan, ben yanmazsam, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?" Bıçak tutan eti kesmeye kendinden başlasın diye, kendimden başladım ben de bu yazıyı yazmaya. Birçok kitabın artık birbirine benzediği, filmlerden, sahaflarda bir kenara atılmış artık neredeyse baskısı yapılmayan kitaplardan kopya edildiğini anlayacak kadar kitap okuyor, filmler izliyor, çeviriler yapabiliyoruz üstelik. "Toplumun hafızası" diye nitelediğimiz yazarların okuduklarıyla yazdıklarını karıştıracak kadar unutkan olmaları da çok acı. Ne yazık ki bu, Alzheimer belirtisi! "Bu tür meseleleri edebiyat tarihçilerine bırakalım" dersek mesela, biri çıkıp da "kimmiş, neredeymiş bu edebiyat tarihçileri?" diye sormayacak mı? Bin yıllık yazı geleneğimizin yetiştirmekte güçlük çektiği tek şey bir bilirkişi mi sadece? Yani bunca yıldır yayınevleri, editörler, yayın yönetmenleri, akademilerin ilgili bölümleri, okutmanlar hiç mi taş üstüne taş koymadılar? Bunca yıldır bu işle iştigal olanlar intihal konusunda neden susar, niçin tedbirler almazlar? Bu konularda yazılan yazılarda verilen örnekler dışında bu kitapların tamamını karşılıklı okumadan yorum yapanlarla sessiz kalanların da aynı kişiler olduğunu söylemeye lüzum yok sanırım. Elbette büyük oranda edebiyatı da sanatın bütün dallarını da sürekli kılan "etkiler" halesidir ve edebiyatı birbirlerinden farklı biçimlerde ortaya çıkan geleneklerle daim kılan da. Fakat bizim aydınlarımız, yazarlarımız bu kitapları sadece kendileri okuyor, o filmleri sadece kendileri izlediklerini sanıyor galiba. Yahut hitap ettikleri kesimin kapasitelerinin de bu kitaplara, filmlere ulaşmadaki koşulları kadar sınırlı, kısıtlı olduğunu mu? Doğrusu tesadüf diye bir şey yoktur, olasılık vardır. O da matematiksiz var olamayacağından, birbirimizi kandırmasak mı artık?
Jaklin Çelik'in ilk kez İletişim Yayınları'ndan 2011'de çıkan "Öfkenin Şenliği" adlı kitabında geçen bölümlerle Yavuz Ekinci'nin ilk baskısı 2012'de Doğan Kitap etiketiyle çıkan kitabında geçen bölümlerin karşılaştırması:
-Öfkenin Şenliği: "Biri bir eliyle Meryem'in başını tutmuş göğsüne yaslamak istercesine kendine doğru çekerken, ayakta duran iki kadın Meryem'in acısına bakıyor."
Cennetin Kayıp Toprakları: İbrahim bir eliyle taş sunağa yatırdığı oğlu İsmail'in başını tutarken diğer eliyle de keskin bıçağını tutmuş, sanki gökten gelecek haberi bekliyordu."
Ö. Ş.: "Ayşe," diye yeni ismini fısıldıyordu... "(Gerdek gecesi)
C.K.T.: "Yüzüme bakıp kutsarcasına kulağıma eğilip "Hatice" dedi. (Gerdek gecesi)
Ö.Ş..: "...taşa altıncı tükürüğünü savururken (Ayşe-Şake) omzuna bir el dokundu: "Günah işliyorsun!" Elin sahibi manastırın ve Tanrı'nın sadık keşişlerinden biri olan Saliba'dan başkası değildi."
C.K.T.: ...Yazmayı boynuma geçirdim. ... Gözlerimi kapatıp kendimi boşluğa bırakacakken Peder Simon beni kollarımdan tuttu. ... Bir baba şefkatiyle yazmayı boynumdan çıkarıp "...Cehenneme sonsuza dek gitmene yüreğim el vermez kızım."
ÖŞ: "Ceviz masanın tahtasına kurtçuklar hangi tarihte musallat olmuş bilmiyorum."
C.K.T.: "Yara bere içindeki bedenine beyaz kurtçuklar musallat olmuştu."
***
ÖŞ: "Ama onu görenler, bu iki büklüm haline acımaktan öte, ölümün onun için kurtuluş olduğuna kendiliklerinden kanaat getirirlerdi. "Tanrım, sen bu yaşlı adama bir kapı aç," diye ilenirken cümleyi kuran söylenileni duyup başıyla bu düşünceyi onaylayanı da bu dileğin taşıyıcısı haline getirmiş olurdu. Bu yaşlı adamın ölümünü dileniyor olmak Tanrı'ya riyakârlık yapmaktan başka bir şey değildi. Bu düşünceye kapılanlar yaşlı adamın ölümüne hemen şimdi, şurada tanıklık edecek olsalar, gözleri arkada kalmayacaktı. Bir parça üzülecekler ama evlerine huzur içinde döneceklerdi. İnsanlar onun feri kaçmış göz bebeklerine baktıklarında, bu ifadesiz, sakin adamın sanki birazdan eve gideceği ve yatağına kıvrılarak ölüm uykusuna yatacağı izlenimine kapılırdı. Sonra da "keşke Tanrı herkese öyle bir ölüm bahşetse," diye iç geçirir, akıllarınca Tanrı'ya çaktırmadan yaradan gibi düşünüp, O'nun mertebesine kendilerini dâhil etmiş olurlardı. Onun Tanrı'ya adanmış, hizmetkâr ruhu için böylesi huzurlu bir ölüm, bahşedilecek bir ödülden ziyade olması gerekendi. Tüm bu düşüncelere sahip biri kendini onun yerine koyma fütursuzluğunda bulunduğunda, ondan beklenilen, iki büklüm bedenine yakışır bir minnettarlık sergilemesiydi. O ise yaşına ve fiziksel çöküşüne aldırmaksızın bağlıydı ona bahşedilmiş hayata. Onun Tanrı hizmetkârı ruhunu görmezden gelenler bir yana, ayak işleriyle azap içinde kıvranan bedenini bir tek Tanrı görüyordu. Tanrı bu görünürlüğün tazminatı olarak, –güya kendi iyiliği için- ölümünü dilenen bu yalakalar karşısında bir solucan gibi ölmesine izin vermeyecekti. Ölümünü dilenenler öldürmek kadar büyük bir günahın pençesine düşmüşlerdi. Bu günahın kendisine karşı işlendiğini dillendirmekten imtina ederek onları Tanrı'nın adaletine havale etmiş, böylelikle Tanrı'nın ayrıcalığına hak kazanmıştı.
C.K.T.: Caminin minaresinden yükselen sala sesi, çocukların bağrışmalarına ve kadınların hıçkırıklarına karıştı. Hatice'nin salası okununca acılı kalabalık kendi salası okunmadığı için önce içten içe sevindi, ardından da bu dünyanın geçiciliğini onlara hatırlattığı için üzülüp yüreklerindeki boşluğa düştüler. Bastonun ayarlanmış, yaşı seksenlere dayanan yaşlı adam omuzlarda taşınan tabuta bakarak için için hala yaşadığına sevinip "Rahmetli öldü ve kurtuldu! Zavallı çok acı çekti, çok! İyi ki ölüm varmış!" derken, içindeki ölüm onu iyice sarmaladı ve yüzü ölüm korkusundan bulutlandı. Onun ölüm için söylediklerini kalabalık içten içe onayladı. Hatta birkaç akranı "Xwede tu kesi nexi nav u piyan" (Allah kimseyi elden ayaktan düşürmesin) diye mırıldandı. Tabutu omuzlarında taşıyan kalabalıktakiler, salanın verdiği hüzünle sevdiklerine son kez bakarcasına bakıp derin derin iç çekerek, hala yaşadıkları için içten içe şükrediyorlardı.
***
(Bu kısım evde geçen sıçan sahnesiyle, ilk bölümde kilisede papaz yardımcısının tekme atarak öldürdüğü sahnenin karması)
C.K.T.: Gözlerimi açtığımda Hasan'ın getirdiği tepsideki yiyecekleri iki fare büyük bir iştahla kemiriyordu. Farelerin küçük dişleriyle eti çekiştirmelerini, ince ve uzun kuyruklarını sallayışlarını ve ara sıra neşeyle birbirlerine bakıp sevinç çığlıklarını atışlarını izledim. ... Farelerden biri gelen tehlikeyi fark edince can havliyle kaçtı ama tombul olan ve iştahla etleri kemiren diğer fare Hasan'ın öfkesinden kaçamadı. Tombul fare, yediği sert tekmeyle bir top gibi duvara çarptı ve çığlık atıp hırıltılar çıkararak duvarın dibine yığıldı.
***
ÖŞ: Dalga dalga yayılan dedikodular evin içine kurşun gibi çörekleniyordu.
C.K.T.: Bu fısıldaşmalar evlerin içinde dalga dalga büyüyüp canlanırken birden erkekler evlerinden çıkıp dağa doğru koşmaya başladılar.
Örneğin bu tür parçalar var. Bunu örnek olarak alıntıladım. "Öfkenin Şenliği"nde geçen "Keşiş Saliba" karakteri burada "Peder Simon" olarak geçiyor. Keşiş Saliba hikâyesi bir manastır etrafında şekilleniyor. (belirtilmese de Mardin-Süryani).
C.K.T.: "Öyle ki köylüler, eşyalar, evler ve köyümüz bir sessizlik ve sır denizinde yüzüyordu adeta. O gün Aram'dan kalan parçaları toplayıp Havari Petrus Manastırı'nın arkasındaki mezarlığın içinde yükselen karadut ağacının altına gömdük. "
* Radikal Kitap Eki Radikal arşivinin tasfiye edilmesiyle kapanmıştır. Söz konusu kitap eki sayısına Atatürk Kütüphanesi arşivinden ulaşılabilir.
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |