Suriye tarihi, çok katmanlı ve derin bir geçmişe sahiptir. İnsanlıktan çok daha eski bir meseledir, haliyle “İnsanlık” insandan sonra ortaya çıkmış bir kavramdır. Hâlâ da tam karşılığını bulabilmiş değildir. Suriye, coğrafi, tarihi, kültürel ve stratejik birçok açıdan sadece Orta Doğu’da değil, dünya çapında da hep çok önemli bir yer oldu. Orta Doğu’nun merkezinde yer alması onu stratejik bir geçiş noktası da yaptı tabii. Türkiye gibi. Bugün sınır komşuları; Türkiye, Lübnan, İsrail, Ürdün ve Irak olan Suriye, sadece petrol hatları nedeniyle değil, Akdeniz’e olan kıyısı dolayısıyla deniz ticareti açısından ve sıcak denizlere açılan bir kapı olması yüzünden de ayrıca önemli. Bu komşuların Suriye’ye araladığı her kapı onun için yaratılacak her tehlikeyi kaçınılmaz olarak ona komşu olan ve bu kapıları aralayan komşularına da yansıyacaktır. Eflatun gibi Yunan filozofların dersler verdikleri kral veletlerine “Ana vatanımız” diyerek anlattıkları yerdir Suriye. Kutsal kitaplar Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an’da da önemli bir yer tutan bu bölge, pek çok dini ve kültürel olayın merkezi olmanın yanında hem Hıristiyan, hem Yahudi, hem de İslam gibi dinler açısında da önemli olmuştur. Neden?
Yazılı tarih büyük oranda sözlü tarihe dayanır. Birileri konuşmasa, birileri de yazıyla kayda alır mıydı yoksa onu? Edebiyat, Arkeoloji, Antropoloji de bunun bir parçasıdır. Bu, mitoloji ve dini betiklerden kopamamış halkların da ancak bir arada tutulabilmesini sağlayan şeydir. Efsaneler kulağa hoş geldiği kadar da ürkütücüdür. Augusto Comte’un “The Course in Positive Philosophy” adlı çalışmasında geliştirdiği bir fikir “Üç Aşama” ya da “Üç Hal Yasası”na paralel olarak da bu tarihi süreç ayrıca incelenebilir, belki de bütün insanlık tarihi içindeki hareketlilikleri sadelik içinde anlamak için de en iyi yol bu olabilir. Nedir “Üç Hal Yasası?” Comte, yalnızca bir tek toplumun değil, bütün insan toplumunun ve o toplumların ürettikleri bilimin dahi belirli zihinsel teolojik, metafizik ve pozitif olmak üzere sıralı silsilesi ile üç aşamadan geçerek geliştiğini söylemiştir. Teknolojik gelişmelerin şaşırttığı birçok toplum kendilerini bu üç aşamadan sonuncusunda sansalar da büyük oranda sözlü tarihe dayanan “yazılı” tarih anlayışı bizim gibi toplumların hâlâ teolojik ve pek az toplumun da metafizik aşamada olduğunu göstermektedir. Bugün birçok sosyal bilimcinin yaptığı açıklamalarda bile duyduğumuz, gördüğümüz “metafiziksel aydınlanma çağında” olduğumuz vurgusudur. Fakat kişisel olarak gerçeklerden kopmadan yaşamlarını sürdürenlerin pozitif aşamada olduklarını söylemek de mümkündür, o kişilerin toplamda sayıları ne olursa olsun dünyanın değerler ve insani tarafıyla aldığı yaraya dayanamayıp önümüzdeki yıllarda akli muhakemelerini kaybedecek insan nüfusu içindeki yerlerini de şimdiden öngörmek mümkündür ki bu beklenen de bir şey.
M.Ö. Paleotik dönem kalıntılarından başlarsak, günümüze gelinceye kadar Suriye, Sümerler, Asurlular, Babiller, Kenanlılar, Persler, Yunanlılar, Romalılar, Osmanlılar ve “Modern dönem” diye nitelenen sömürü devletlerinin de dâhil olduğu birçok uygarlık tarafından işgal edilip yönetilmiştir. M.Ö. 539’da Perslerin (Ahameniş) fethettikleri Suriye, Helenistlik dönemde Büyük İskender’in Pers İmparatorluğunu yenilgiye uğratmasının ardından Roma İmparatorluğu yönetiminin eline geçti. Suriye de yeryüzünde birkaç bölge içinde en eski ve en çok insan hareketliliğinin olduğu bölgelerden biri oldu. Böylece birçok medeniyetin, kültürün izlerini taşıdı. Suriye’yi bugün dünyanın “Kozmik odası” diye nitelemek dahi yerinde olur. Bulunduğu coğrafya en az Türkiye kadar dünya üzerinde önemli jeopolitik bir konumda olması sebebiyle onu Orta Doğu’nun merkezine yakın olması nedeniyle de tarih boyunca birçok medeniyetin, büyük imparatorlukların, kültürlerin merkezi yaptı ve bu medeniyetlerin silinmez etkilerini din ve ticaret üzerinden kalıcı izlerini taşıyan bir yer de yaptı.
Antik Dönem’de Mezopotamya’dan gelen uygarlıklar, Suriye’nin güneyinde yer alan bölgelerde büyük etkiler yaratmış, aynı zamanda Fenikeliler, bugünkü Lübnan ve Suriye’nin kıyı bölgelerinde güçlü denizci bir uygarlık kurmuşlardı. Fenike, özellikle alfabe sistemiyle ünlü bir uygarlık olması bakımında da bu bölgede tarih ve ticaret bağlamında önemini arttırmıştı. Hititler, Aramiler, Suriye’nin iç bölgelerinde hüküm sürmüş ve hâkim de olmuştu. Arami dili, bölgenin önemli dillerinden biri de olmuştu. Ardından gelen süreçte, Pers İmparatorluğu’nun etkisi ve hâkimiyeti altına giren Suriye, Büyük İskender’in seferleriyle Yunan kültürünün de etkiler yarattığı bir bölgeye dönmüştü. Roma ve Bizans Dönemi’nde yani Roma İmparatorluğu, Suriye’yi fethederek bölgeyi Roma eyaletlerinden biri haline de getirmişti böylece. Bu dönemde Suriye, birçok uygarlık gibi Roma’nın da ticaret ve kültür açısından önemli bir merkezi olmuştu. Roma’nın ikiye ayrılmasından sonra, Bizans İmparatorluğu’na dâhil olan Suriye’de Hıristiyanlık hızla yayılmış ve Erken Hıristiyanlık tarihi açısından da ayrıca önemli bir hale gelmişti. 7. yüzyıla gelindiğindeyse, İslam imparatorluklarının rotasının döndüğü bir bölgeye dönüşmüştü birden. Ticaret merkezi olmasının yanında dini liderliğin de etkisini etkili bir biçimde gösterecek ender coğrafi ve demografik yapısından dolayı vazgeçilmez bir bölgeydi de. Bu yüzyılda Arapların İslam’ı yaymalarıyla birlikte Suriye, Emevi Halifeliği’nin başkenti olan Şam’ı da içine alan bir bölge oldu. Suriye’de hüküm sürmüş her medeniyet, her uygarlık orada bulundukları süre içinde hem ticari hem de kültürel olarak gittikçe zenginleşerek kalıp sinmiş ya da ayrılmışlardır.
Emeviler’in ardından yine bu bölgede Selçuklu Türkleri tarafından kontrol edilen Abbasiler de bu altın çağı yaşamışlardır. 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, Suriye’yi topraklarına dâhil ettiğinde 400 yıl boyunca Osmanlı egemenliğinde kalmış ve Suriye’nin çok kültürlü yapısı da bu zaman diliminde en kalıcı şeklini almıştı. Bütün uygarlıkların sönüp gittiğinde geriye bıraktıkları halk bu bölgede kültürleriyle yaşamaya devam da etmiştir. Ta ki “Savaşlar Dönemi” yerine “Modern Dönem” başlığıyla anlatıla gelecek olan l. Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesiyle 1920’lerde Fransızlar tarafından manda altına alındıkları zamandan 1946’da bağımsızlığını ilana edeceği zamana kadar. Oysa Modern Dönem’e kadar da her şey savaşlarla yürüyen ve şekillen bir süreçti. “Modern Dönem” dünya savaş tarihinde de sanayileşmenin bir biçimiydi sadece. Din ile ticaretin, birbirlerini kamufle etmesi gibi taşların sopaların yerlerini bir zaman sonra kılıçların, bıçakların aldığı, biraz daha sonra bunların yerini de elle barut doldurulan süngülü tüfeklerin, biraz daha sonra bütün bunların yerini de başka başka ölümcül silahların alması gibi. Bugün de aynı süreci başka biçimlerde yaşıyoruz ve modern dönemin yeni lakırdısı “kimyasal silahlar” oldular. Bütün bunlar ne için geliştirildi peki? En güçlü, en zengin toplumu kurmak için mi, yoksa o en güçlü, en zengin toplumun en güçlü ve en zengin lideri olarak saltan kurmak isteyenlerin arzuları gerçekleşsin diye mi? Tabii ki öyle. Din ve ticaretle, “din ticareti” nasıl inşa edildi peki?
Yahudi geleneğinde halkın kutsat kitabı olan Tevrat’ta anlatılan birçok olay Suriye’yi kapsayan bölgelere atıfta bulunur. “Suriye” adı Tevrat’ta doğrudan yer almamakla birlikte, bölgenin Mezopotamya ve Kenan ile olan bağlantıları öne çıkar. Tevrat’a göre, Hazreti İbrahim, Mezopotamya’nın Ur şehrinden Suriye’nin o zaman bir parçası olan Harran kasabasına yerleşmiştir. Böylece ticaretle de ilgilenen İbrahim’in hayatının önemli bir kısmı da burada geçmiştir. Yanı sıra Suriye’nin sahil bölgelerinde yer alan Fenikelilerin (Kenan mitolojisinde de geçer) “Baal” adı verilen tanrılarına da Tevrat’ta yer verilmiştir. Yahudi halkının bu bölgeyle olan ilişkileri, Tanrı’ya karşı “Baal”a tapma gibi dini sapmalarla da ilişkilidir. İncil’de ise, Erken Hıristiyanlık döneminde, Suriye’nin bugünkü başkenti olan Şam ayrıca önemli bir yer tutar. Saul’un (Pavlus) Şam yolunda “Işık Görmesi” ve Hıristiyanlığa dönüşümü, Hıristiyanlara zulmeden bir liderken, Şam’da ışık görüp Hıristiyanlığı kabul etmesi, Hıristiyanlık tarihinde önemli bir dönüm noktası olmuştur.* O dönem, Suriye’nin bir parçası olan Antakya şehrinin Hıristiyanlığın merkezi haline gelmesiyle Hıristiyanlar da ilk kez “Hıristiyanlar” olarak anılmaya başlamıştır. Suriye’nin güneyinde yer alan Antakya’yı önemli yapan da ilk Hristiyan kiliselerinin burada kurulmuş olması oldu. Suriye’nin bir bölge olarak öneminin daha fazla arttığı Kur’an’da ise, teolojik ve mitolojik birçok önemli olayın burada geçtiği, geçeceği ve gerçekleşeceğine dair anekdotlar vardır. Hz. İbrahim, Musa, İsa gibi sayısız peygamberin bu bölgede dini bir lider olmanın yanında ticaret ve toplumu yönetenler arasında olmasının ya da bu yönetimleri büyük oranda etkilemiş olmalarının izlerinin bugün takip edildiğinin altını çizmekte fayda var. Comte’un teolojik ve metafiziksel aşamalarını anımsatmak gerekirse, kralların, bölge yöneticilerinin, insanların ihtiyacı olan ve baskıcı politikalarını uygulayabilmek için peygamberlerle uzlaşma yoluna gitmeleri, kendilerini yarı Tanrı ilan etmelerinin yansımalarını bugünkü toplumlarda ortaya çıkan tarikat, lobi, cemaat gibi yapılara bakınca görmek de mümkündür. İnsan, mekân ve sermaye ilişkisi yeni icat edilmiş bir şey değil yani.
Suriye’nin bugün doğrudan fethi mümkün olmadığından -çünkü uluslararası anlaşmalar-, iç işlerine müdahale edenlerin orayı yurt edinmeseler de bir biçimde sömürülmesine olanaklar sağlayanların bu bölgenin insanlar nezdinde dini ve kültürel değerlerinin sadece bir gösterge olduğunu hepimiz biliyoruz, zira askeri ve ticari değeri ve konumu o bölgede yaşayan ve o bölgeye bağlı var olan insanların hayatlarına dair hiçbir şey vaat etmiyor. Enerji yollarının geçiş noktası olması, tarihi kültürel miras açısından içerdiği yoğunluk politik ve askeri stratejik bir alan olma özelliğini güçlendirmemekle birlikte arttırmış, bu da bölgede yaşayan hakların bu bölge var oldum olası insanlar için sömürü çemberini genişlettikçe yaşam koşullarını, alanlarını daraltmış, daha da kötü bir hale getirmiştir. Yakın tarihte 1970’lerden itibaren Hafız el-Esed ve oğullarının yönetiminde olan Suriye, “Arap Baharı”yla birlikte başlayan ve 2011’de iç savaşla birlikte üyesi olduğu Arap Birliği’ndeki önemli rolünü de kaybetmiştir. Arap Birliği’nin diğer üyelerini korkutan muhaliflerle başlayan çatışmaların sadece bölgedeki ülkeleri değil, uluslararası güçlerin de bölgeden kendilerine pay çıkarmak için alana girmesi olmuştu. Fakat bölgedeki “bölgesel çıkarları savunmak” mazeretiyle bölgeye giren hiçbir güç bölgede yaşayan halkların yaşam hakkını gözetmemiştir. Böylece ortaya çıkan büyük mülteci kriziyle hiç doğmamış, yaşamamış gibi var olmuştu bölge insanı. Son yirmi yılda mülteci krizinin ortaya koyduğu şey sadece göç, yeni yurtlar edinmek zorunda kalan bir yığın insanın korkunç bir dram yaşamasına da neden olmuştu. İnsan ticareti, kayıp çocuklar ve kadınlarının dünyanın birçok yerine satılmış olması.
Bütün bunlar hangi dünya liderinin umurunda? Başını secdeye vurup cihat propagandaları yapanların kendi şeriat anlayışları içinde insanın, mekânın, sermaye olmak dışında daha kutsal bir değeri var mı? Aklı başında herkesin durup tarih denen nehre eğip başını baktığında kutsallardan, mitolojik, teolojik hikâyeleri öne sürerek sermayenin kaynağından başka gördüğü ne var? Bütün bunların yanında yüz binlerce insanın ölümü, milyonlarca insanın yaşayabilecek yeni yurtlar ararken kendilerine bir tırnak payı kadar dahi yer vermeyen sermayenin dişleri arasında hem bir kültür taşıyıcısı hem de bütün fiziki varoluşuyla paramparça olması kimin umurunda? “Bugün” de geçip gittiğinde, “dün” denen gün tarih rafında kaybolup gidecek bir iki “Barış bildirisi”nde imzasından çok adı görünsün isteyen “alleged” bir avuç entelektüelin mi? Bir yerdeki küresel değişimi perdelemek için, içinde yaşadıkları toplumu yönetenler öyle istiyor diye, bambaşka yerlerden haberleri ekranlara, köşelerine taşıyan gazetecilerin mi? Birilerinin “medeniyet” ve “inanç” savaşları üzerinden ortadan kaldırdıkları sayısız insanın ölümüyle bile servet sahibi olduğu bu dünya, insanlığın sekerata durduğu bir yerdir belki de… Koca “Tarih” kavramının sadece bunun için var olduğunu düşünmek bile elbette delirtecek birçok insanı önümüzdeki yıllar içinde. Hakeza bütün dünyada bu sebeple çökmüş bir sağlık sistemi var. Tıka basa dolmuş kurumların başında akıl hastaneleri, psikiyatrik kilinler, yetimhaneler, hapishaneler ve mezarlıklar gelmekte. Bütün insanlık tarihinin sığdığı, şekillendiği bu yerlerin mekân, din, ticaret dışında “insan”ın kültürüyle de elbette bir ilgisi olmalı.
Devamı haftaya...
*Elçilerin İşleri, 9.Bölüm.
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |