Fikirler dünyayla ve nesnelerin kendileriyle doğrudan temas yoluyla değil de, başkalarının görüşlerinin bir eleştirisi yoluyla oluşturulduğunda düşünce süreçleri "hınç"a gebedir.
Hınç bir duygu değil, karakter özelliğidir. Canlı ve eylemlenebilir bir kavramdır. Max Scheler ile ilk anda işte bu noktada ayrılıyoruz. Karakter istemli amaçlar, tutum ve davranışlar çerçevesinde verilen yanıtlardır. Hınç da bir yanıtlama biçimidir. Yani hınç duyan kendisine dair farkındalık içerirken başkalarına şiddet geliştirir. Hınç duymanın sonuçlarından bihaber gibi davranır. Şefkatten, öz şefkatten yoksun gelişmiştir. Deneyimlerle insanın mizacına da şekiller verir. Duygular gelip geçici iken hınç kalıcıdır. Fakat şu önemli, duygular ve edimlerle derinleşir. Zamanla zamandan hızlı gelişir. Toplumun en küçük birimi olan ailede değerler ve kaidelerle, dar daracık kıskaçlarla birden bire üstesinden gelinmez bir şeye dönüşür. Eve sığmaz, dışarı çıkar ve toplumsallaşır ve aslında eve de topluma dayatılmış kurallarla, inançlarla girer. İşte Max Scheler ile burada yine bir araya geliyoruz ve Nietzsche ile de elbette.
Çok nadiren doğuştandır -burada genetik kodlar etkilidir-, fakat çoğunlukla sonradan edinilir. O kadar etkili bir karakter özelliğidir ki hınç duyulan bile zamanla hınç duyana dönüşebilir. "O halde bu bir karakter özelliği değildir" diye belirecek cümleyi yanıtlıyorum tekrar: Bu bir karakter özelliğidir; insanlar yaşarken tecrübelerle, edimlerle, deneyimlerle karakterlerini belirgin hale getiren ve onun bir parçası olan tutumlar, davranışlar, tavırlar edinirler. Bilinçlice ya da bilinçsizce… Bu insanın birey olarak toplumsal olandan nasıl beslendiği, etkilendiği ile ilgilidir. Kişilerden -toplumları idare edenlerden ya da toplumda söz sahibi olduğunu iddia edenlerden- topluma siyasi ya da kültürel yollardan bulaşan ve istisnasız her şeyin ve herkesin ölümünü isteyen, onaylayan bulaşıcı bir hastalıktır. Ülkenin son yirmi yılına dönüp de bakarsanız 'kültürden siyasete' ne demek istedim çok daha iyi anlarsınız. Yalnızca sınıflar, topluluklar, gruplar arasında değil sınıflar, topluluklar, gruplar içinde de aynı biçimde eylemlerle kendini gösterir. Sesi yüksek çıkanın, sesini yükselterek doğru olanı bastırma girişimini onaylatma arzusuyla çalışır. Psikolojik ve sosyolojik açılardan bakıldığında, ele alındığında da hem kişisel hem toplumsal bir sağlık sorunudur. Kibirli bir yetkinlik iddiası ve şuursuz bir özgüven ile canlı kalmayı ilk insandan bu yana başarmış ve antropolojik olduğu kadar fenomenolojiktir de. Hınç, bir hazımsızlık problemidir. En donanımlı insanın bile ilkelliğini ortaya koymasından başka bir şey değildir. Onu bir bakıma iyinin, iyi şeylerin ve başarının, sevincin, kabul görmenin düşmanı olarak nitelemek yanlış bir niteleme olmayacaktır. En basit örnekle bütün bunları hâlihazırda çalıştığınız meslek kolunda, bulunduğunuz-yaşadığınız ortamlarda hatta bağlı olduğunuz cemaatler ve cemiyetlerde de görürsünüz.
Bir şeyleri başarmaya başladığınızda ya da başarılı olmanın kıstaslarına ve imkânlarına sahip olamadığınızda da içinde bulunduğunuz en medeni en ileri milletler, topluluklar, gruplar içinde bile bunu görür, tecrübe edersiniz. Çünkü hınç duyan hıncını aktarmadan yaşayamaz. Hıncını açıkça aktaracak 'doyum nesnesi'ni bulmadan da eylemini yavaşlatmaz ve bitirmez. Sürekli bir yeniden başlama ona sürekli yeni hedefler bulmayı da sağlar. Bu da hıncı nefret gibi duygularla tekrarını sağlayarak ona kalıcı şeklini verir. Kalıcı olan her şey bireylerin karakterlerinin bir parçası olur. Hıncı bir duygu olmaktan çıkarıp karakter özelliği yapan da budur aslında. Onun sürekli hale gelmiş bir 'tepki verme' biçimi olmuş olması. Bir bakış açısı, tavır olarak vücutlaşmışlığı. Egosuna baş eğdiremeyenlerin suçluluk duygusundan kendilerini yalıtmak için yarattığı düşmanlara -kişiler de nesneler de dâhil buna- haklı ya da haksız kendini gösterme, kendini haykırma biçimidir de. "Görün beni!" Der aslında ve reddedildikçe kaynar içi kireç dolu bir kuyu gibi. Hınç, kişilerin hayal kırıklıklarına neden olan başarısız girişimlerine toplum içinde oluşturdukları bir savunma biçimidir de. Sırtını 'genel ahlak' kurallarına dayayıp 'kötü' olan 'iyi' görününceye kadar tercih kurallarını saptırarak, bütün olarak bir 'ahlak' anlayışını belirler hale geldiğinde en önemli başarıyı elde eder; kurnazca ve hesapçı bir zihniyetle. Çünkü bütün bu ahlaki değerler ve yargıların altında hiç de ahlaki olmayan hınç duyanın kendisini herhangi bir konuda başarılı olsun ya da olmasın başkalarıyla kıyaslaması yatar.
Kaplamı her ne kadar toplum olsa da hınç bireyle başlar ve ancak bireyle ortadan kalkar. Hınç sadece hissedilmez, gözle de görülür bir biçimde çok kısa zamanda gelişen bir şeydir. Evde daha çocuklukta yenmiş ilk sille, duyulmuş en kırıcı sözle, imada bulunan gözlerle göz göze gelmekle başlar bazen. Sonra
Max Scheler'in Hınç adlı kitabında kaynağına indiği bir yandan da felsefi antropolojinin bir dayanağı olarak da ele aldığı hınç sıradan bir kavram olmadığı gibi insanlık tarihine etkileriyle de yer alıyor. Azınlıklarla çoğunluklar, astlarla üstler, efendilerle köleler, yönetenlerle yönetilenler arasında bir iletişememe biçimi de aynı zamanda. Bu kavram elbette Yunan mitolojisinde de mevcuttu, kutsal kitaplarda ve çok daha önce ilk insan topluluklarında da… Felsefi yorumlamanın Nietzsche ile -başladığını kabul edersek- Weber, Marx' gibi pek çok düşünürün de açılım ve farklı açılardan ele aldığı bir kavram olmasına rağmen Scheler'in bakış açısıyla incelendiğinde kişileri buna yönlendiren 'şey'in de aslında kendi hınçları olduğunu gösterdiğini kavrarız. Nietzsche'nin de hıncı ele alma biçimi bu değil miydi aslında? Batı Felsefesi'ni yeniden kurma girişimi ya da daha açık bir ifade ile onu alt üst etme girişimi. Onunla başa çıkma, mücadele etme biçimi olarak da aslında. Öznelerin -insanlardan ve insanların yaratılarından söz ediyorum- değer arayışlarının karşılıksız kaldığı anda eyleme otomatik geçebilen hınç üzerine 'Felsefi olarak da düşünülecek kadar neden önemli bir hale gelmiş olabilir?'Sorusunu doğuruyor kaçınılmaz olarak. Mecaz örnekler vermek yerine konuya eğilime neden yaratan biyografik yaklaşımı tercih ediyorum. Bu aşağılanmışlık hissinin hıncı hem doğuran hem de hınca maruz kalan Scheler'in ve Nietzsche'nin kendi hayatıyla açıklayarak. Scheler garip bir adam doğrusu, Nietzsche kadar olmasa da. Metinleri gibi biyografileriyle de yakın temasa geçtiğinizde diğer bütün insanlar gibi onların da neyi neden ele aldıklarını, incelediklerini çok daha rahat kavrarsınız.
19. yüzyılın en müthiş günlerinde diyalektiğin ivme kazandığı ve felsefenin değerler dünyasının baskılarına rağmen yeni bir uğraş alanı olarak genişlediği günler –çok daha geride felsefenin başladığı ilk günlerde bile bu kavram akademik olarak incelenmiş, ele alınmış olsa da-lise hayatı boyunca neredeyse hiç başarılı olamamış Scheler'in de hayatını kurtarmıştır. Bu alanda bu kavram elbette ki öz yaşam hikâyesiyle şekillenmiştir. Başarısızlıklarına, başarılarına ket vuranların hınç duyulanı hınç duyana çevirmesi sayesinde… Bu iyi bir dönüşüm mü? Kişiden kişiye değişir tabii. Scheler'i alanında önemli ve geliştirici biri kılmasının da ötesinde alandaki yolunu iyice genişletirken, bu kavram onu ilk ele alan Nietzsche'nin hayatına mal olmuştur diyebiliriz. Bir atın kırbaçlanışını gördüğünde bir daha kendine gelmeyi reddettiğini de düşünürsek. Nietzsche de Scheler de ilk gençlik yıllarını baskıcı, dini ya da siyasi yönetimlerin evlere, kurumlara yansıttığı değerler ve yargılarla yönünü bulan ailelerde yetiştiler; başarılı olmayı da başarısız olmayı da durmaksızın eleştiren aileler. Hınca maruz kalmak bazen de hınç duyanları gözlemlemek tecrübesini edinmiş olmak onun insanlık tarihinde hemen her kulvarda büyük bir sorun olacağının göstergesi olduğu için de incelenmesi gereken bir 'özne' haline gelmiştir. Yalnızca bir kavramı temsil etmeyen her şey bu niteliktedir zaten.
Scheler'in bu kavramı daha geniş bir biçimde ele almış olması yalnız dini otorite yada toplumsal değerler, kurallar dışında da değerlendirmeler yapmış olması 19. Yüzyıl gibi bir dönemde sadece felsefede değil sosyoloji, psikoloji ve tabii edebiyatta da bir dönüm noktası yaratmıştır. Bu yüzyılda felsefenin önünü açan tarih, sosyoloji, psikoloji ile birlikte kuramsal gelişimin hızlanmasına da yol açmıştır. Hınç tarih boyunca toplumsal ahlakın bir ürünü olarak ortaya konmuştur, doğru. Fakat ahlak kişiler baz alınsın ya da alınmasın çoğunluğun ortaya koyduğu iradesizliğin adıdır. Çünkü onun eylemlere geçebilmesini sağlayan sürüdür. Yalnızca sesi yüksek çıkanı dikkate alan, irdelemeyen, onaylayan, itaat eden ve linçe her an hazır hain bir subay gibi el tetikte bekleyen bilinçsiz çoğunluk. İktisadi açıdan bakılınca da çok kolay anlaşılır çıkarımlar elde edebilirsiniz bu yüzden. Örneğin, kitapta da söz edildiği gibi "serbest rekabet sistemi" bunun en iyi açıklanma biçimidir bana göre. Sıradan akışın içinde sıradan olan birinin çok da farkında olmadığını biliriz pek çok şeyin. Dünyanın ne yana döndüğü şöyle dursun, dünyanın döndüğünü bile bilmiyor da olabilir. Fakat kendi etrafında dönen benliğinden şüphe yok ki haberdardır elbette. Hınç (ressentiment) bir yanılgı olarak da ortaya çıksa sonuçları bir hatadan geri dönmeksizin izler bırakacaktır. Yani, …kendisini ezen erişilmez değerlere "çamur atan" bir insan hiçbir biçimde o değerlerin olumlu niteliğinin tam bilincinde değildir. Oysa tam manasıyla bilinç sahibiyken de tavrı hınç duymak ve onu yansıtmaktır.
Abdullah Yılmaz'ın çevirisiyle Türkçe yayınlanan Hınç Scheler'in sezgilerle, duyumsamalarla da metne geçirdiği bir çalışma. Hınç bağlamında daha pek çok kavramı ve eylemi yeniden tanımlama yolları açan, tarihte belki adını bile hiç duymadığınız düşünürlerin de fikirlerinden dem vuran bir kitap. Bir edebi metin genellikle kişilere kendini tanıma, anlama, kendini dinleme olanağı sunarken felsefe, antropoloji, tarih felsefesi bundan çok daha geniş bir açıdan bakabilme alanı yaratır. Felsefeyi gerçekten insan için gerekli ve önemli kılan da geleceği ve insanın kendisini konu aldığı için pek güncellenme gereğini doğurmuyor olmasıdır. Onun gelecekle uyumu sanki ayrıca düşünülmüş gibidir. Hınç o zaman neydi ise bugün de o. 'Hınç insanı' o zamanlar ne hissediyorduysa bugün de onu hissediyor, öyle davranıyor doğrusu. Çünkü ister organik olsun ister mekanik ya da kinetik hiç fark etmez. Her şeyi çalıştıran bir neden vardır yakıt gibi. Nasıl ki aklın yakıtı vicdansa hıncın yakıtı da haset ve kibirdir ve bunların hiçbiri bir duygu değil, 'toplum' denen teknede mayalanan insanın karakter özelliğidir. Bugün o kadar gözle görülür, ete dokunur biçimde bir şeye dönmüştür ki okuduğunuz metinlerde bile insanların kendilerini yaratma biçimleri olarak hınçla kaplı karakterlerini de görürsünüz. Nerden bakılırsa bakılsın hınç bir döngüdür. Hasetten ete, kibirden kemiklere sahiptir.