Aziz Nesin
Çocuk yaşlarda elini bir kez sıkmak şerefine nail olduğum Melih Cevdet Anday, şöyle demişti, “Demek şiirle iştigalsiniz, tebrik ederim, bu genç yaşınızda ne de güzel bir meşgale edinmişsiniz.” Şımarık konak çocuğu babasından çok çeken anacığı Kürt olmasa elimi yine de sıkar mıydı acaba, bilmiyorum, ama hayatımın en uzun en güzel üç-beş dakikasıydı. Çocukluğum gibi mazide kaldı. Ağzından akan gürül gürül sükûnetli, nezaketli Türkçe, ne güzel bir Türkçe idi. Yarışmazdı kimseyle. Ona bakmaktan önüme bakamamıştım. O sırada babam, kıskanç adam(!) şöyle demişti, “Akranın mı o senin? Akranlarınla arkadaş ol!” Akranlarımla arkadaş olamadım hiç. Arkadaşım da olmadı hiç. Sorun onlarda değil, bendeydi. Bu, görüş ayrılıklarından çok bir fıtrat meselesiydi.
Kendi gibi olana kendi aralarında yer vermek istemezlerdi. Onlar çabuk ikna olurlardı, benim inanmam gerekirdi. Durdurulamaz tuhaflıklarıma durup baktığımda, evet, haklı gibilerdi. Ben hep çok eski bir şeydim onların arasında. Ben heykel severdim, onlar put ve ben put kıranlardandım, onlar puta tapanlardan. Ben fotoğrafın hikâyesini duymak isterdim, onlar fotoğraflarda bir yere sahip olmak… Onlar tarihe geçmek isterlerdi, ben silinip yok olmak. Onlar zirveye bakardı, ben toprağın yancısıydım, bugün de olduğu gibi. İzi durur hâlâ alnımda, Hergele Meydanı’nda evrile çevrile yediğim dayağın. Bende sınıf kini vardı, hâlâ da var ki, en çok da kendi sınıfıma düşmanım. Onlar kapı kapı dolaşmak isterlerdi, alınmak için içeriye, ben cam kenarını severdim, kapıların ağzını. Yakını hiç göremez, hep uzağa bakardım. Onlar Pinokyo idi, ben odun. İpim de olsaydı, onlar gibi kukla olurdum. Biraz da bu yüzden yirmili yaşlardan sonra bir daha hiç şiir yazmadım, içime attım, ama şair gibi konuşurdum. Konuşurdum, konuşurdum da uçuşup göğerirdi kelimeler. Aslında ne de güzel yazardım eskiden şiir üzerine, ince, derin lakırdılar… O şiiri, o şairi arardım. Ustasıydım sözün hem de köpeği, severdim abartmayı bal katınca katrana, olurdu hemen eski Türkçe ne güzel, ne güzel mübalağa! Bekleyenler beni, bir âşık beklerlerdi, âşık gibi beklerlerdi. “Yazı zamparası” olmak böyle de bir şeydi. Hem dakiktim hem de sahih, “Sizi, rahatsız etmeye geldim” derken bile… Fakat insanda incelik bırakmıyorlar. “Şeyhini sorguladı” diye belki bin kere dergâhtan kovulan Yunus Emre, fikirlerini şeyhine açtığı için lanetmiş Hallaç gibiydim, hâlâ ve yine. Kopamamış diye dünyalardan, şeyhi müridi gibi davrananlardan. Fakat bal Yunus, baldan tatlı Yunus o öyle değil, bak böyle: Bencileyin derdim var! Garip garip öt bülbül! Hakikaten de “Sizi, rahatsız etmeye geldim!”
Sevginin fedakârlığa dayandığı dayanakların ortadan kalktığı, insaniyetli olmanın artık ayıplandığı, el etek öpmeyince, insan eleyen elekler tutmayınca, adaletli olan elin ayağın artık hiçbir işe yanaştırılmadığı dalalet çağına geldik, battık ve kaldık. Bu kadar katmanlı bir toplum elbette katlanarak düşecekti, üzerine dizlerinin. İnsanımız da ne tuhaf, “vur ağzına al ekmeğini!” Yazık. Büyüyen, büyüdükçe yutan egoların yanında küçücük kaldık. Adaletle dalalet kardeş gibidir bu yüzden; bazı harfler bazen silinir, bazen yer değiştirir, devir değişir, nesil değişir, biri gelir öbürünü mutlaka başka bir şeye çevirir. Beni değiştiremediler. Kardeşin kardeşten çaldığı, kardeş katlinin bir zamanlar kanun olduğu bu coğrafya bunlara alışıktır. Buna “etimoloji” değil, “dönüşüm” denir, değişimin bir çeşididir ve seçimlerle, tercihlerle belirir. Abdal değiliz, ama aptal da değiliz, farkındayız. Hep söyledim, yine söyleyeyim, ben edebiyat yapmıyorum. Ciddiyim! Zaten yazarlar kendileri hakkında yazanları yazardan da saymazlar. Onların birçoğu hayran bellerler kendilerine hayran oldukları kimseleri. Putları kıralım, hadi!
Yerlerini artık başkalarının alacağını kabullenemedikleri için de tabii. Sermaye! Sen ne güzelsin! Yazarlarımız kendileri için yazanların yazar dışında her şey olduğu konusunda bazı fikirlere yaslanmış olmalılar. Kendileri yetişemedikleri için menzile, adam yetiştirmeyi de bilmezler ve bir dert peyda olduğunda toplumda kafa kafaya verip şöyle derler: “Öyle böyle nasılsa dönüyor bizim teker, girmeyiz çukura, tümsekleri kim takar!” Bir futbolcu kadar olmasa da yayınevleri arasındaki geçişlerine -aslında tasfiye edilirler- istinaden aldıkları milyon transfer ücretleri akıllara zarar, zira artık yazdıklarıyla hayat arasında uçurumlar var. Sosyal fenomenlerle yarıştalar, eğitilebilir embesiller, geri zekâlılar. Bu bir görüngü olma meselesi. Buna, “Aman bozulmasın, denge” derler. Değil eşitlik, denk olmaya bile tahammül edemezler. Değiliz zaten. Günün aydınları, yazarları arasında, “Edebiyat güzel iş, ama para etmiyor” diyen Melih Cevdet Anday’ı kim olsa özler. Günün kitapları arasında okumadığım kitap neredeyse yok ve “üzerine yazmak” meselesi aklın kulvarlarında koşuşturmaya başladığındaysa durup düşünüveriyorum, diğerlerinden çocukluğumdaki gibi ayrılarak: “Ben bu kitaplar, bu insanlar hakkında neden yazayım?”
Bir söyleyişe gittiğimde çekip iskemlesini iskemlemin dibine belli belirsiz bana müritlik teklif edip de bunu beceremeyenler… “Şurada da iki rekât namaz kılarız” diyenler… Siz, arkasında namaza durulacak adamlar mısınız? Dosdoğru ne istediğini söyleyemiyor diye kalkıp yerlerinden, öpüp saçlarımdan beni birden sinesine basanlar… Oturup karşıma, “Dur da şöyle bir yüzüne bakayım” derken benimle dövüşmek yahut “Gel de sana bir sarılayım” derken bir koleksiyonun parçası olalım diye sevişelim isteyenler -hani kardeştik ulan!- hakkında neden yazayım? İmzaya gittiği kitapçıda sabahtan akşama kadar kitap dizen eli yüzü biraz düzgün garip yoksul oğlan çocuklarını onu biraz seviyorlar diye otel odalarına çağıran, ama sonra da fırlatıp bir kenara atan adamlar hakkında mesela, neden yazayım? Nereden geldiğini bile bilmeden “Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal” diye diye lobilere, cemaatlere, tarikatlara girip “Herkesi dışarıda bıraktım” diye sevinenler ve intihalciler hakkında neden yazayım? Çıkıp kürsülere eşitlikten, adaletten söz eden, ama bir parçası olduğu yayınevindeki diğer yazarlarla telif ücreti konusunda eşitliği reddeden, bir söz etse dengeleri değiştiremese de sarsabilecek gücü elde etmişken, açlık sınırında çalışanlar için tek söz etmeyen, kendi alanında herkesi koruyacak sendikalaşmalara mani olanlar, kendi cenahı içinde bile rekabetin zirvesinde oturup aşağıdakilere ahkâm kesen yazarlar, “Ben her şeyi görürüm” derken bunları göremeyenler hakkında ben neden yazayım?
“Çeşit olsun” diye Nazi kampı gibi herkesi çatısı altında toplayan, “Şunun kitabını da basalım, şu köşe başını da tutalım”, “Şu yazarı da şunlardan ayrı tutalım, çünkü şefin spesyali!” diyen, dünün kuruyla depoladıkları kâğıtları bugünün kuruyla karaborsacılar gibi piyasaya süren yayıncılar hakkında neden yazayım? Ev sahibini bastıran yavuz hırsızı ev sahibi yapanlar hakkında neden yazayım? Bir tarafta Filistin seminerlerine koşa koşa gidip her yerinden kan akarken dünyanın gülüşerek, espriler havada, lak lak edip karşıtlarını buradan taşa tutan, ama aslında önce kendi toplumuna bir şeyler söyleme borcu olanlar hakkında neden yazayım? Kim güçlüyse onun bayrağını tutanlar, havalar değişince din değiştirmesi kolay! Çocuk cinayetleri hakkında yazarken birden yukarıdan kulağını eğilip biraz büzdüler diye ettikleri sözlerin tersini şakıyan, ama inatla İslamcı hem de radikal yazarlar hakkında ben neden yazayım? İşinden çok bulunduğu yerin tadını çıkaran şöhret hastalığına kapılmış STK yöneticileri hakkında mesela? Kendi açığını unutturmak için gündemin tozuna toz katan hukukçular, komplo teorisyenleri, şarkıcılıktan sıkılmış spritüel trollüğe soyunan “sanatçılar” hakkında… Ödül törenlerinde “Sinema emekçileri ve set çalışanlarına teşekkürler” derken, çalışma saatleri boyunca neredeyse hiçbir güvencesi olmayan set çalışanlarına kan kusturanlar hakkında ben neden yazayım? Hoş, mesai saatleri uzadıkça suça ve fuhuşa sürüklenen işçi sınıfının da aklı ne kadar başında? “Her şeyi devletten beklememek lazım” diyenlerin yuttuğu bütçelerle dünyaları diyar diyar dolaşıp hile katılmamış ihale bırakmayan ve aşağıdakilere “Biz, işte yukarıdayız, havalar güzel” diyen müze-kurum müdürleri hakkında neden yazayım?
İnsan öldükten sonra muaf sanabilir kendini sürüp giden hayattan, ama değil. Yaşarken her söz, her tavır, her davranış, öldükten sonra sürüp giden her şeye yön, yol, yöntem belirlemeyi sürdürür. Bunlar insanın kendinden sonrakiler için geçtiği her yol ağzında toprağa sapladığı bir yön levhası gibidir. Bizden sonrakiler üzerinde hakkımızdan çok bir tesirimiz vardır. Duygusal bütün ivmeler aklı başında tasarlanmışsa, ancak bu sizi pragmatist biri yapabilir. Aklın gösterişi zulmün silahı olduğunda, zayıflarla güçlüler birbirinden ayrılır ve herkes “aşağıdakilerle yukarıdakiler” olarak kalır. Küçük çarklar büyük çarkları döndürmek için vardır. O küçük çarklar hep beraber bir dursa sistem duracak, ama neden ki, durmamak üzerine sanki bir kaide olarak tasarlanmışlardır. Yeryüzündeki en büyük yalan “dayanışma” yalanıdır bu yüzden. Herkesin hep beraber oturduğu sofralara “konacak” diye vaat edilen her şey henüz havadayken yağmalanır. Evet, “Bir uyanık yeter, bütün uyuyanları uyandırmaya”, karda uyuyanın uykusu ölüm olur ama… Aziz Nesin “Ah Biz Ödlek Aydınlar” kitabında “Padişaha Giren Kazık” hikâyesini şöyle özetler;
“Bir zamanlar bir ülkede bir kişi, “Aman bana kazık giriyor!” diye bağırmaya başlamış. “Başkasına giren kazıktan bana ne!” diye kimseler aldırmamış. Derken, “Bana kazık giriyor!” diye bağıranların, kıvrananların sayısı artmaya başlamış. Önceleri halktan kişiler “Kazık giriyor!” diye bağırırlarken, sonradan üst düzeydekiler de başlamışlar bağırmaya: “Aman yetişin kurtarın… Bana giren kazığın acısına dayanmıyorum…” Bir zaman sonra, başkalarına kazığın girdiğine inanmayan ya da aldırış etmeyen nazırlar (bakanlar), vezirler de yedikleri kazığın acısından kıvranarak, “Kazık giriyor!” diye haykırmaya başlamışlar. O ülkede kendisine kazık girmeyen tek kişi padişah kalmış. Ama o da günün birinde kazık yemekten kurtulamayıp, “Amanın… Bana dahi kazık girmektedir!” diye inleyip haykırmaya başlamış.”
Türkiye’de kazık kendisine girmedikçe, sesini çıkarmayanların hangi cenahtan olduklarının hiçbir önemi olmadığı gibi hiçbir şey üzerine ciddi bir söz ettikleri de yoktur. “Sen bu dünyaya istikbalini yakmaya mı geldin?” diyecekler, evet, ben bu dünyaya istikbalimi yakmaya geldim. Sıkmasaydım elini Melih Cevdet Anday’ın, Aziz Nesin okumasaydım daha o çağlarda belki ben de akranlarım gibi olurdum, ama olmadı. Nasip kısmet işte, bu da Allah’ın matematiği... Aziz Nesin aynı kitapta şunları da söyler:
“Her dönemde, o dönemin koşullarına göre aydınların, yazarların yapması gereken görevleri vardır. Düşünmeliyiz. Halkımıza olan borcumuzu ödüyor, görevimizi yapıyor muyuz? Büyük yurtsever Namık Kemal, çağdaşları olan aydınların kısa görüşlülüğünü, sorumsuzluğunu, ödlekliğini görüp dayanamamış da şöyle haykırmış:
“Ne utanmaz köpekleriz
Kimi görsek etekleriz”
Sabır, taşı bile çatlatır. Ama gün gelir, aydınların vurdumduymazlığı karşısında sabrın kendisi bile çatlar.”
Bu sabrın çatladığı yere de geldik. Birçok yazar istediği etkiyi artık yaratamıyor. “Herkese kazık girmiş” Aziz Nesin’in deyimiyle, haliyle herkes kendi bağırtısını dinlemekte. Omurgası olmadığı halde insanla yan yana gelince her kanat çırpışında fırtınalara katkıda bulunan kelebeklerde görüyorum haysiyeti bu yüzden. Ve Anna Karenina, sen kenara çekil lütfen! Bir ahlakçı Tolstoy değilim belki, sanrılar kralı cinli Dostoyevski, ama hayatla kitaplar arasındaki uçurumda durmuş bunları düşünüyorum. “Edebiyat ortamı” diye bir şey var, orada dönüşüm döneklikle başlar, aydınlarla iktidara yürür, iktidarları yürütür. “Ama kafamız nasıl güzel!” Ben oralarda cirit atmıyorum. Ben hâlâ ayağıma koşmamak, eğri adım atmamak için taş bağlıyorum. O cihetten o cenahtan gelmiyorum. “Böylece kapanacak sana bütün kapılar.” Kapansınlar, “Zemine uzananlar düşemez…” Ben kapı kapı dolaşmıyorum. Şimdi bir kısım, “edep erkan?” diyebilir… “Edep, erkan, yol bizdedir!” Merak etmesinler. Fakat aklında tut bunları, unutma, sakın unutma hatırla, kapı kapı dolaşanlar “Arabesk” filminde Müjde Arlı’lı bir sahnede bulabilirler kendilerini bir anda:
“-Ağalar, beyler, İstanbul ne tarafta?
-Gösterelim anam!”
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |